23 Aralık 2012 Pazar

Madem kıyamet kopmadı öyleyse yazmaya devam


 Son 3 aydır işten güçten içim şişti. Projeler, toplantılar, telekonferanslar, prezantasyonlar, raporlar, yurtdışından ziyaretçiler... Olsa on bin takipçim tanıştığımıza memnun oldum, ben kariyerime blog yazarı olarak devam edeceğim deyip teşekkür edeceğim! Ama nerdeee! (Yanlış anlamayın, az olabilirsiniz ama çok kıymetlisiniz)

Epeydir yazmıyorsun dediği için, vakitsizlikten ve yoğunluktan dert yandığım bir arkadaşım “hazırladığın raporları prezantasyonları paylaş bari, bakarsın rakip şirketlerden takipçilerin olur da bloğun patlar” diye dalga geçti.

Kıyamet de kopmadı zaten. Hayat her zaman ki gibi devam ediyor. Bir daha bizim kuşağa denk gelecek bu etkinlikte bir felaket senaryosu da olmayacak. Neden bu kadar emin konuşuyorsun diyecek olursanız; bu felaket senaryoları aralarında birkaç asır olunca ve uzun zaman önce tahmin edilince daha bir etkili ve inandırıcı oluyor da ondan!

Acaba bunun kıymetini yeterince bilemedik mi? İşte 'kaybedince kıymetini anlama' kervanına bu abuk durumu da ilave ettim şimdi; kopmamış olsa da iyi kurgulanmış ama geçmişte kalmış bir felaket senaryosu...

Yapacak bir şey yok! Yeniden iyi bir senaryo çıkıncaya kadar içimizdeki felaket seven canavarı otobandaki kazaları seyrederek beslemeye devam edeceğiz.

Şimdiden hepinize sağlıklı ve  mutlu seneler!

5 Kasım 2012 Pazartesi

İçelim güzelleşelim

Bakın ne buldum; http://www.youtube.com/watch?v=Iw46FR3R8EE Pınar süt reklamına cover yapılmış. Arkada dans edenin hastasıyım :) İzleyin neşelenin, için güzelleşin!

4 Kasım 2012 Pazar

Kıldan tüyden şeyler


Güdük
Kuaför kültürü veya terbiyesi anadan kıza geçen bir şey olmalı! Ama bende olamadı. Liseden sonra (16 yaşımda) İstanbul’a geldiğim ve aslında kuaför ihtiyaçlarımın daha belirgin hale geldiği yıllarda fakat tam hazır değilken kendi kanatlarımla uçmak zorunda kaldım. Annemin süpervizörlüğünde kuaföre gittiğim dönem, sadece ortaokul lise yıllarımdı. Ve o zaman saçlarım ya örülür ya da toplanırdı. Kuaföre sadece 3-4 ayda bir kırıklarını aldırmaya gitmek yetiyordu! Uzun lafın kısası kuaför terbiyesi konusunda güdük kaldım.

Sorgu tanığı
Kapısından tedirgin girdiğim her kuaförde, bu tedirginlik yapılana da yansıyordu. Sorgu tanığı gibi oturduğum koltukta kem küm edip beklentimi adam gibi anlatamadım ki hep mutsuz ayrıldım. Kaç davet, nikah, düğün vb. toplantı öncesi yaptırdığım saçlarımı beğenmeyip bir koşu eve gidip yıkayıp kendi dalgasıyla kurutup öyle gittim. Kötü ya da gereğinden fazla kısa kesilmiş saçın telafisi içinse haftalarca beklersin.

Ya içindesindir çemberin ya da dışında...
Bu kuaför kültürü ve sosyal çevresi bir matriks; ya içindesindir ya da dışında... Nasıl mı? Bir kere kuaförlerde mutlaka kemik bir müşteri kadrosu var. Haftada minimum 3-4 gün oradalar. Bir gün önce yapılan fön biraz bozulduysa rötuş attırılır, son saç rengini beğenilmez düzelttirmeye gelinir, düzenli fön çektirilir, maniküre, pediküre, kaşa, ağdaya gelirler... Eee şehir kadınlarıyız, bakım şart! Adeta pasoları var; gir-çık, gir-çık E ne oluyor tabi enseye tokat, ... parmak kıvamı! Allah muhabbetinizi arttırsın. İşte eğer  profil buysa çemberin içindesindir yoksa yok!

Kuaför çırağı
“Saçlarınıza bir ton açık gölge atalım ifadeniz yumuşar.” Önceleri gergin ve suratsız halime istinaden özellikle  ve sadece bana bu öneriyi getirdiklerini düşünürdüm. Ama öyle değilmiş! İlerleyen yıllarda şahit oldukça anladım ki kadın erkek ayrımı yapmayan menem bir klasikmiş bu... Düşmem bu tuzağa ben! ama düşenleri biliyorumJ  Bir gün simsiyah saçlarının önüne gölge attırmış- kuaför çırağı kıvamında- Ramo ofise geldi. Çevresindeki “çok yakıştı” diyen yalancılara rağmen verdiğim mücadele ile 1 hafta sonra saçlarını kendi rengine boyattırdım. Bugün hala konusu açılsa utanmadan “o kadar da kötü değildi be Çido der!”  J

Dönerci ustası
Bir gün Öz eleştiri yaptım ve dedim ki; “acaba ben hep mahalledeki orta ayar kuaförlere gittiğim için mi bir türlü memnun olamıyorum” deyip şeytanın bacağını kırmaya, Etiler’in sosyetik bir kuaförüne gittim. Sıramı beklerken, hemen önümdeki koltuğa asortik bir teyze oturdu (teyze diyorum çünkü o zamanlar 20’lerimin başındayım). Koltuğa kurulup saçını yaptıracağı gençten bir çocukla sohbeti koyulaştırmaya başladı. Bir iki hoşbeşten sonra teyze “eee buradan önce neredeydiniz?” diye sordu. Çocuk da “bundan önce dönerci ustasıydım” diye cevapladı!!! Vay anasını sayın seyirciler; şaka mı yapıyordu yoksa safça doğruyu mu söyledi bilmiyorum. Saçlarımı kestirmeye gitmiş olan bendeniz de ne olur ne olmaz diye sadece fön çektirip çıktım.

Bıyıklar çıkınca...
Yaaa! bir de bayıldığım bir soru var ; “hoşgeldiniz, kaş bıyık var mı?”
Kaşım var Allah’a şükür  ama bıyık yok. Olsaydı kuaföre değil berbere giderdik di mi? Ama buradan sözüm olsun, yaşlanınca ister istemez bıyık çıkıyor ya o zaman gelip sizde aldıracağım.

Ölmüş onlar!
Hafızamda yer etmiş kısa bir anıyı da anlatıp gidiyorum. İlkokuldayım, bir gün annemle kuaföre gittik. Kenarda oturdum bekliyorum. Saçları  boya kimyasallarından perişan hale gelmiş orta yaşlı sarışın bir hanım gelip  önümdeki kuaför koltuğuna oturdu ve “şöyle asi bir model istiyorum” dedi. Birden ayağa kalkıp “teyze korkmayın, asilik edemezler onlar ölmüş” deyiverdim.

Peki ya şimdi?
Artık eski gerginliğimin kalmadığını söyleyeyim.  Oturduğum semtte gittiğim bir yer var. Temiz düzgün... Her şeyden önemlisi, ne istediğimi dinleyip anlamaya ve uygulamaya çalışan Bayram, ne gölge atalım diye tutturuyor ne de başka gereksiz öneriyle beni yoruyor.

27 Eylül 2012 Perşembe

Avrasya Maratonu, Uzaylılar ve Çinliler

Yıllardır Avrasya Maratonu’na katılamayı düşünüyorum. Halk koşusu kısmına! Ne zaman maraton tarihi yaklaşsa ve ben bu fikrimi eşimle dostumla paylaşsam vazgeçiyorum.

Efendim tansiyonu düşenler ayınlanlar bayılanlar oluyormuş çok moral bozyucuymuş... Yok efendim yılbaşında Taksim’de mevzilenen amele tayfa maratona da katılıp insanları rahatsız ediyormuş... Yok neymiş; ben de köprünün rezonansa geçip yıkılmasına uygun adım katkıda bulunursam anonim bile olsa tarihe geçermişim...   

İnsanda heves bırakmıyorlar.  “Yaprak sardım gelin bana yiyelim, hem de  Muhteşem Yüzyıl seyrederiz” desem kimsenin itirazı olmaz! Sarma falan yok! Siz sarın, beni çağırın. Hem sosyalleşip hem de hareket edemeyecek miyiz?

170 bin kişi yürüyerek bir köprü için yıkılma tehlikesi yaratabiliyorsa ben bu Çinli’ler hakkında söylenenlere inanıyorum. Az buz değil; 1 milyar Çinli! Çıkarlar sandalyeye, atlarlar aynı anda, dünyayı yörüngesinden çıkarırlar valla. Hem şimdilerde 1.3 milyar olmuş nüfusları...

Bu Çinli’lerin önlenemez nüfus  artışı yetmiyormuş gibi bir de “koruyup gözetenleri” var!

5 Eylül’de Çin’de bir trafik kamerasına yansıyan enteresan bir videoyu birkaç gün önce seyrettim.  Bir dört yol ağzında, kamyonun altında kalmak üzere olan bir bisikletlinin tuhaf bir şekilde kurtarılma görüntüleri...
Linki tıkladıktan sonra aşağı doğru inin sağdaki videoyu seyredin bakalım J


Siz ne düşünürsünüz bilmiyorum ama ister uzaylı, olsun ister melek ( süperman de olabilir ama  zaten kendisi de aslen bir uzaylıdır) ben görüntüleri son derece inandırıcı buldum. Aranızda montajdan anlayan varsa görüntülerin gerçekçiliği ile ilgili yorum yapsın, bizi aydınlatsın lütfen.

Durum aydınlanıncaya kadar ben dualarımda “yüce Rabbim beni ve sevdiklerimi korusun” ‘un yanı sıra  bir de “bu iyi kalpli uzaylıların koruyuculuklarını üstümüzden esirgememesini dileyeceğim J

1 Eylül 2012 Cumartesi

İnsan 7’sinde neyse...


İlk aşkım 4-5 yaşlarımdayken tanıştığım babamın iş arkadaşının oğlu Özgür’dü. Özgür aynı zamanda bir tatil aşkıydı. Birlikte midye kabukları toplamış kumdan kaleler yapmış, Eti Balık Kraker’leri birer iple sopalara bağlayıp  balık tutuyormuş gibi yaptığımız eşsiz bir tatil geçirmiştik. Özgür’ü bir sonraki görüşüm bizim eve ailesiyle birlikte geldikleri akşam yemeğiydi. Aynı akşam babasının işi sebebiyle İngiltere'ye taşınacaklarını öğrenip perişan olmuştum. Mesafeli aşkların yürümeyeceğine o yaşta kanaat getirmiş olmalıyım ki, ilk aşkım Özgür’ü kalbime gömmüştüm.

İlkokul ikinci sınıftayken, bana göre sınıfın en yakışıklı ve en akıllı çocuğu olan, mavi gözlü, sarı saçlı Ersan bir gün altına büyük tuvaletini yapmış  ve o gün Ersan’ı beğendiğime beğeneceğime bin pişman olmuştum. Böylelikle bir erkekte aradığım ilk ve en önemli özelliğin çişini kakasını tutması olduğunu anladım!

Ortaokuldaki öğretmenim, beğendiğim çocukla yan yana oturmamızı söylediğinde sevinçten ölüyordum. Sessiz sakin kibar bir çocuktu. Hatta biraz fazla mı sessizdi acaba? Bu mutluğuğum da uzun sürmedi; Anıl’ın ne zaman kendini gergin hissetse kitabının sayfalarını koparıp yediğini görünce dehşete kapıldım. Siz konuşmaya çalışıp birşeyler sorarken transa geçmiş gibi kitabını yiyen birini düşünsenize!

Lisedeyken  bir tenefüs dönüşümde masamda psikoloji kitabının “O” harflerini sökülüp özenle boş bir defter sayfasına yapıştırılmış ve “O” harfleri dışındaki diğer harfleri el yazısı ile yazılmış “sOni sOviyorum” notunu buldum.

Amanınnn J Hemen önümdeki sırada oturan hoşlandığım çocuk da demek beni seviyordu ve ne kadar da sempatik bir yol bulmuştu bunu anlatmak için... Birkaç gün boyunca benim hülyalı bakışlarıma maruz kalmasına rağmen bir türlü açılmadı ve konuşmadı... Hatta birkaç üstü kapalı imada bulunup kendimce çocucuğu cesaretlendirdim de!Ayy hem yakışıklıydı hem de utangaç ne tatlı!

Bir Cuma günü okul çıkışı, sınıfın sürekli disipline giden en haylaz çocuğu Okan, önüme geçip “eeee ne diyorsun” diye sordu. Boş gözlerle bakıp “eğer çıkardığın son olayla ilgili aleyhinde ifade verip  vermediğimi soruyorsan ‘ben bir şey görmedim deyip çıktım müdürün odasından merak etme’ dedim. “Onu biliyorum zaten, ne sorduğumu biliyorsun” dedi. Ehh ne soruyormuşsun diye tersledim. “Eee seviyorum işte seni ona ne diyorsun?” Kulaklarımdan yüzüme alev alev bir sıcaklık yayıldı. Üstüne atlayıp tırmalayıp ısırmak kafasına gözüne vurmak istedim. Onun yüzünden salak gibi günlerce diğer çocuğa hülyalı  bakmakla kalmamış bir de imalarda bulunmuştum. Allahım ne utanç vericiydi!

Sonra üniversitedeyken bir çocuğu beğenmeye başladım. Ancak tedbirliyim artık! Kolay kolay kimselere hülyalı bakmıyorum. Aradan yaklaşık birkaç ay geçti ve onu,  yeni kız arkadaşı olduğunu öğrendiğim bıyıklı bir kızla gördüm. Bayağı bildiğin bıyıklı, hatta favorili...  Çocuğu beğendiğime nasıl pişman oldum anlatamam o nasıl bir zevktir ya o kızla çıkan bizim bakkal Sado ile de çıkar!

Öyle böyle bugünlere geldim işte. Yakın dönem hikayelerimi de ilerleyen yıllarda yani yakın dönem olmaktan çıktıktan sonra anlatırım belki.

Uzun lafın kısası o gün bugündür çok bir şey değişmedi, hep olmayacak şeylerin  peşindeyim.
7’imde neysem 70’imde de o olacağım J

29 Temmuz 2012 Pazar

Çok derine girmeden...

Yazdıklarımı okuyup, gerçekçi yorumlarıyla bana ışık tutan bir arkadaşım var. En başından beri “bunlar satmaz (okunmaz)  kızım biraz cinsellik yazmalısın, bizim oğlan bile okumayı yazmayı söker sökmez Google da ‘çıplak kış resimleri’ aratmaya başladı” diyor J  İnsan bu duruma gülmekten çocuğuna “hımm ne yapıyorsun bakiyim” diye kısa bir nasihat çekebilecek ciddiyeti bulabilir mi kendinde?

Ancak itiraf etmeliyim ki tespit  gayet yerinde. Geçenlerde arama motorlarından hangi anahtar kelimelerle blogumun görüntülendiğini gösteren istatistiklere bakarken “Brad Pitt çıplak” “Brad Pitt çırılçıplak” ”çıplak Brad Pitt” gibi anahtar kelimerle karşılaşınca önce şaşırdım , sonra güldüm sonra da sayfayı ziyaret edenleri hayal kırıklığına uğratmış olabileceğim için üzüldüm. Eski yazılarımdan birisinde konudan tamamen ilgisiz kısacık bir cümlede geçen çıplak Brad Pitt cümlesinin yaptığına bak! İki de çıplak resmini koysaymışım bari, en çok tık alan yazım olurmuş. Çıplaklık satıyor, demek ki; cinsellik de satar!

O zaman cinsellikten bahsediyorum bu yazımda ama çocukları yatırmaya gerek yok! Çok derine girmiyorum.

Pozitif bilimle açıklanamayan karmaşık ve kişiler arasındaki cinsel çekimin abuk kimyasını naif  fakat güzel tanımlayan ,“gönül bu ota da konarr ..okadaaa” deyimi uzuuun süredir durumu ifade etme yeterliliğini kaybetti. Gerek para ve şöhret, gerekse  “smart is the new sexy” (artık zekiler seksi) akımı cinsel çekimin zaten açıklanamayan denklemini bir karmaşaya ve dahası bir samimiyetsizliğe sürükledi. Bütün bunları düşünmeye başlamama sebep olan şey de aslında; “Karadeliklerin Efendisi” İngiliz bilim adamı Stephan Hawking ile ilgili okuduklarım oldu.

20’li yaşlarının başında motor nöronların zamanla büyük bölümünü öldürerek sinir sistemini felç eden, ancak beynin zihinsel faaliyetlerine dokunmayan bir hastalığa yakalanan deha, aynı yıllarda evleniyor. 25 yıl süren evliliğini hemşiresine aşık olduğu için bitiriyor. Hemşiresi ile de 11 yıl kadar evli kaldıktan sonra (2006’da) ondan da boşanıyor...

Aşk bitti mi, bitiyor demek ki!  Hem bilim, hem aşk adamı... Demek eli ayağı, tutsa bizim Sezen Aksu ile evlenme sıklığında yarışacaklar.

Şimdi diyeceksiniz ki; “adam günümüzün Einsteine’ı sen nelerin, hangi magazinin peşindesin?”  Olabilir, ne yapalım ben de Ana Britanica yazmıyorum herhalde!

Anlayamadığım şu; ha evli olduğun karın, ha sana bakan hemşiren... Biri daldaki elma ise diğeri daldaki armut bırak uzanıp koparmayı kendiliğinden düşse eğilip alman mümkün değilken hangi motivasyonla boşanır, evlenirsin?

Hemşireye de soralım; sen ne diye evlenirsin?

a) Aşk
b) Artık zekiler seksi
c) Para
d) Şöhret
e) Evde kaldı demesinler...

 Cevapları duyar gibiyim J

70 yaşına basmak üzere olan dahi ile yakın zamanda bir röportaj yapmışlar ve Hawking, “En çok ne hakkında düşünüyorsunuz?” sorusuna, “Kadınlar… Onlar tam bir gizem”  diye cevap vermiş.

Canım benim, gizem sensin sen! Sen ki; dünyaya gelen en parlak teorik fizikçi olarak sayıl sonra tam bir erkek klişesi ile  “kadınlar gizemdir” diye cevap ver. 

Bilimden de cinsellikten de soğur insan...

17 Temmuz 2012 Salı

Kısa kısa

Olay mahali...
Şimdiye kadar sadece filmlerden aşina olduğum “Olay mahaline geri dönme psikolojisi” neymiş artık biliyorum. Ayrıca fena halde gerçekmiş!
Tatilde çakırkeyif sınırlarını geçip, gece yarısından sonra sohbet ederken kaldığımız otelin bahçesine kusan arkadaşımı sağ sağlim odasına götürüp bahçedeki izleri temizledikten sonra ertesi sabah kahvaltıya indiğimde içimde duyduğum dayanılmaz istekle olay yerine gittim. Geride iz kalmış mı diye kontrol etmek istiyorum. Ettim de... geceye şahit olan birinin anlayabileceği ama herhangi bir otel çalışanının ya da müşterisinin fark edemeyeceği izler oradaydı...
Konuyu araştırırken bu davranış şeklinin “analitik düşünme yeteneğine sahip suçlularda” görüldüğüyle ilgili de bir bilgi okudum  İşte! dedim kendi kendime “bu analitik benim!”

Örtbas edip temizlemeye çalıştığım kusmuk olmasa bu züğürt tesellisine ihtiyaç duyar mıydım bilemiyorum.

Espadrillerden özür...
Bu yıla kadar haftanın günleri unutmak iyi bir tatilin en önemli göstergelerinden biriyken parmak arası terliklerimi ters giymek ve bu şekilde gezmek bu tatile damgasını vurdu. Bir de o vaziyette müze gezdim. Ters giyilmiş terliklerime baka baka sorduğum soruları ciddiye alıp cevap veren müze görevlisi amcaya buradan sevgilerimi yolluyorum. Gönlümde ayrı bir taht kurdu, seviyorum onu!
Birkaç yazı öncesinde “sağı solu aynı ayakkabı mı olurmuş?” “Bu espadriller Fransızların modaya en büyük kazığıdır” diye iatıp tutan ben, şu an tükürdüğümü yalıyorum işte! Kayıtlara geçsin! 
Her fırsatta oturduğu yerde terliklerini çıkartıp yerdeki çimenlere ya da taşa basıp patilere özgürlük sağlayan  sonra terlikleri ters giyip uzun süre farketmeyen benim gibi tatil gevşekleri için tasarlanmış espadrilleri artık seviyorum. En kısa zamanda hemen bir çift edineceğim.
Sağı solu aynı bile olsa  bu ayakkabı cinsine yine de çift diyebiliyor muyuz acaba? Yorum yazın bilgi verin lütfen J

My Fair Lady
Pilot bölge seçilen Bağcılar hattındaki minibüs şoförlerine halkla ilişkiler eğitimi verip birer İstanbul beyfendisine dönüştürmüşler.
-Hoşgeldiniz efendim, nerede inmek istersiniz hanfendi?
-Beyfendi para üstünüz.
-Hanfendi ödeme rica edebilir miyim? Sanırım dalgınlığınıza geldi unuttunuz...
Replikler bunlarmış... Hoş valla! Haberlerde dinlerken bile keyiflendim. Hatta yakınlarda çalışan bir hat olsa keyfine kısa bir yolculuk yapacağım. Diyorum ki; oldu olacak başlarında kitap taşıyarak yürüme dersleri alıp sonrasında sosyeteye takdim edilseler...
1. Audrey Hepburn’un My Fair Lady’si  (seyretmeyen hemen bulsun izlesin J)  2. de bizim minübüs şoförleri olur J

16 Haziran 2012 Cumartesi

İyi olacak hastanın doktorunun babası...

Son yıllarda burun estetiğinin kamuoyunda onayını almanın en kolay yolu burun deviasyonu. “Burnumda deviasyonda vardı, onu düzeltirken ucunu da toplattım.” Ucu derken???  İyi geçmiş olsun da bu deviasyon 35-40 yıldır neredeydi?

Ben de kulaklarımı ameliyat ettirmek istiyorum mesela... Çocukluğumdan beri içimde bir uktedir. Babam  “yelken kulaklım” diye severdi beni. Ne gerek var? Lüle lüle saçlarım, mavi gözlerim, fındık gibi bir burnum var! Neden bunlardan bahsedilmiyor? Çocuğu kendiyle barışık özgüvenli yetiştirmek varken neden kulaklara bu kadar yükleniliyor? Ayrıca sütçünün kulağı değil ya bunlar! Ya anadan, ya babadan! 

Babamı bu konuda tek bırakmayan biri daha vardı; ilkokul öğretmenim. Gelip gidip “güsel kız olacaksın ama bu kulakları ne yapacağız?” derdi. Bugünkü aklım olsa “pardon ben okul sanıp geldiydim, ilkokul güzellik yarışması seçmeleri miydi?” diye sorardım.  

Bu motivasyonla büyüyen bir çocuğun eline geçen harçlıkları biriktirip reşit olunca koşup kulaklarını yaptırması beklenir ama ben ameliyattan korkarım, o yüzden öyle bir şey yapmadım. Ancak doktor gelip “kızım kulaklarınız arası kurander oluşuyor soğuk algınlığı ve nezleden kurtaramazsınız ömür billah! Hem kepçesini düzeltip hem de azucuk ufaltacağuz” derse belki ikna olabilirdim. (*kurander;Karadeniz’de hava akımını ifade etmek için kullanılan Fransızca’dan gelen kelime. Fransızca’dan taa Karadenize nasıl gelmiş, yıllardır  merak içindeyim.)

Bu yaşa kadar ittir kaktır geldik, artık bu estetik ameliyat opsiyonumu orta yaş  bunalımına girince devreye sokarım.

Orta yaş bunalımı demişken neden erkekler bu bunalım periyodunda motorsiklet falan alıp kendilerine çıtır sevgili yaparken kadınlar da kendini estetiğe veriyor? Bunu sevmiyorum! Kuşağımızın sendromu buysa ben orta yaş bunalımına girmeyi reddediyorum ya da motor alıp çıtır sevgili yapan tarafta yer alırım.

Gerçi bu periyodun erkekleri de komik duruma düşürdüğü olmuyor değil! En sık rastlanılan orta yaş bunalımına girmiş adam cümlesi; “hayatımda hiç bir şey değişmedi; 30-35 yaş arasında yapabildiğim her şeyi yapabiliyorum” 

İşte değişen tam da bu! 30-35 yaşındayken böyle cümleler kurmuyor veya kendini başkalarına kanıtlamaya çalışmıyor ve komik olmuyorsun!

Bu arada orta yaş krizine girip kibarlığı elden bırakmayanlar da varmış. 2-3 ay önce sohbet ettiğim bir arkadaşım, eski bir dostunun karısından ayrılırken Yaşlanıp çirkinleştiğini görmeye tahammülüm yok! O yüzden gidiyorum aklımda hep güzel kalman için seni terk ediyorum.” dediğini söylediğinde gülmekten gözümüzden yaş geldi.

Tekrar kulaklarıma dönmek istiyorum. Bundan birkaç yıl önce ilkokul öğretmenimle buluştum. Bu ilkokuldan mezun olduktan sonra yani yaklaşık 20-22 sene sonra öğretmenimi ilk görüşümdü. Bana ilk olarak “kızım sen zayıflamışsın” dedi J J J  En son bıraktığınızda 30 kiloydum şimdi 50 kiloyum, iyi kötü büyüdüm demek istedim ama bir şey söyleyemedim. Oturduk sohbet ettik. Tüm sınıfı hatırlıyor, bense ancak yarısını... yine de hepsini ayrı ayrı konuştuk.

Yaşlanmış ama hala enerjik, hayat dolu. Kulaklarımla nasıl dalga geçtiğini hatırlattım. Hafif tebessüm etti ve ekledi, büyük oğlu estetik cerrahı olmuş hem de iyilerden biri, ne zaman istersem de gidebilirmişim...

3 Haziran 2012 Pazar

Bir daha o günleri gösterme...


Bloğum var, yazıyorum dediğim eşim dostumdan genelde tahmin şeklinde bir soru geliyor; “moda hakkında mı yazıyorsun?” Yok canım, ne modası! Tamam, üstüme, başıma giydiğime dikkat ederim ama ne sıkı bir moda takipçisiyim ne de bir trend setter! “Hayır, moda değil, havadan sudan hayattan” diye cevap verince sanki karşı tarafı hayal kırıklığına uğratmışım gibi geliyor.
Bu yüzden bugün modadan bahsedeceğim.Öyle matah bir şey değil, benim bahsedeceğim modadan ne olur? Ben; “gözüm görmesin, tekrar karşımıza çıkmasın” dediklerimi yazacağım. Benimkisi bir nevi anti-moda temennisi.

Taytları bir türlü sevemedim. 90’larda çok modaydı bitti gitti derken, son 3-4 yıldır yine moda. Üstüne bir şey giymeyi unutup çorapla dışarı çıkmış insanlardan oluşan bir kabus gibi. (Bu kabusun kendim için olan versiyonunda ev terlikleriyle işe giderim ya da ayağımdaki ayakkabılarıın ikisi de sağ ayak içindir). Uzun düzgün bacaklı kızları kıskanıyorum sanmayın. Onlar, mini mini etekler giysinler ya da skinny kotlar  ama tayt değil! Eşofman laubaliliği var taytta.  Kısa ve tombul bacaklarına tayt giyenlerse,  “çevreye verdiğimiz rahatsızlıktan özür dileriz” yazısıyla gezmeliler!

Fular çok modaymış bu sene... Benim küçüklüğümde fular ya boynu soğuktan korumak ya da  bir yara izi, guatr gibi bir durumu saklamak için kullanılan bir aksesuardı.
Biraz mesafeli olduğun birisine hediye alman gerekse ve karar veremesen akla ilk gelen şeydir fular. Hava yolları hosteslerinin üniformalarının yegane aksesuarıdır. Resmi ve  mesafeli bir şeydir yani bu fular, moda olacak bir şey değildir. Hem kadın boynu son derece estetik, neden saklansın? Bırakalım hostesler kullanmaya devam etsin.

Kot pantolunu olmayan yoktur. 90’lı yıllarda yüksek belli, arka cepleri yaklaşık olarak böreklerimizin hizasına denk gelen kotlarımız vardı. O kadar yüksek belliydi kotlar neredeyse mide üzerine kadar gelirdi. Çok yemek yediğim zamanlar, ilk düğmeyi açıp, kendime nefes alacak alanı yarattığımı hatırlarım.
Sonra ne oldu? Pantolonların belleri düşe düşe toto çatalına kadar indi. 2000’lerde bir kerecik bile olsa çatalını ya da çamaşırını görmediğim yakın çevremden kimse kalmadı. Hatta bir ara taşlı maşlı çamaşırlarla bu bölgedeki dekolteyi kullanmak da moda oldu.
En kötü anım da; kısa bir süre birlikte çalıştığım müdürümün, her sabah bilgisayarını açmak için eğildiğinde verdiği frikik ve ekibin kendisine “Çatal Hakan” adını takmasıdır.

Bu moda ayrılırken kötüde bir miras bıraktı. Belinden, karnından üşeyen bedenimiz o bölümü ısıtmak için yağ depolarını arttırdı. Zaten geniş kalçalı olan Türk kadınının ayrıca kütük gibi de bir beli oldu. Oysa önceden karınca gibi; “ince bel - geniş kalça” ikilisiyle  daha makbul bir sunum yapılabiliyordu...

1980 yılların sonunu esir alan vatkalarla ilgili gözümün önüne ilk gelen resim Zerrin Özer’dir. Dinlemeye doyamadığım ama görünce insanı ürkütecek bir iriliğe kavuşmasına sebep vatkalı kıyafetleriyle hala aklımda...Alın, hem dinleyin hem hatırlayın;
http://www.dailymotion.com/video/xfi0ta_zerrin-ozer-ben-buyum-iste-video-nostalji_music#
 Geçen bir iki yıl içinde modaya tekrar geri dönecekmiş gibi yapan vatkalara karşı sağduyulu davranıp tekrar bu tuzağa düşmeyeceğimizin sinyallerini vermiş olmalıyız ki kendine günlük hayatta pek yer bulamadı.

En sevmediğim; 2000’li yılların başlarında ortaya çıkan sivri burun ayakkabı modasıdır. Yaklaşık 2-3 sene kadar dominant olan bu süreçte sadece kendime bir kışlık bir de mevsimlik bir çift sivri burun ayakkabı almak zorunda kaldım. Çünkü mağazalarda satılan başka  tip ayakkabı yoktu.
Bu moda, bir insanın kendi ayaklarına  yapıp yapabileceği en büyük kötülüktü bence. Küçük ayak parmağımın ezilip çürüyüp yokolacağını düşündüğüm zamanlar az değildir.
Yaşadığı bölgede, varlıklı bir ailenin kısa boylu kızını düğünde uzun göstermek için ilk topuklu ayakkabı tasarımını yapan Leonardo Da Vinci’nin bile bu çirkin sivri burun modası sebebiyle kemikleri sızlamıştır diye düşünürüm.

Güneş gözlüğü benim olmazsa olmazım! Gözlüksüz güneşe çıktığımda limon yemiş gibi yüzümü buruştururum. Ama  gel gör ki maksi boy güneş gözlüğü modası bana uymuyor. Tamam modeller şık, tasarımlar harika! Eee  surat küçük ne yapacağuk? Annesinin gözlüğünü gizlice almış da takmış havasında gezmem. Kendime “yürüyen gözlük” dedirtmem!

Haydi biraz daha  güncele döneyim. Döneyim ki; konu 80’lerin retro partisi havasından çıksın!

Bu tipsiz espadriller yine modaymış. Bence bu Fransızların moda adı altında dünyaya en büyük kazığıdır. Sağı ve sol çifti aynı olan ayakkabı mı olur? Hem rahasız, hem çirkin!  Çok fazla söylenecek bir şey yok. Kızlar siz illa giyecekseniz giyin ama beyler eğer heteroseksüelseniz bence espadril giymeyin.

Ben ortaokuldayken moda olan dallı güllü çok renkli desenler bu sene tekrar çıkmış.  O yıllarda annem heves etmiş bana bu desenlerden kumaş alıp bir pantolon dikmişti. Renkli cıvıl cıvıl çiçekli böcekli... Yeni pantolonumla sokağa ilk çıktığım gün benden birkaç yaş daha büyük olduğunu sandığım 2-3 erkek çocuk “Lannn kızın pantolununaaa baaak” deyip ardından kahkahayı basınca diğerleri de ona eşlik etti.
Ağlamaklı bir şekilde  eve nasıl geri kaçtığımı hatırlamıyorum. Bu; kimsenin cesaret edemediği kalabalıkta bir çocuğun çıkıp “kral çıplak” diye bağırmasıyla aynı şeydi.

Şimdiden söyleyim ben bu sene demodeyim; dallı güllü sevmem, fular takmam, espadril giymem.



11 Mayıs 2012 Cuma

İntikam bazen de ılık yenen bir yemekmiş!


Ocak ayının ilk haftası arkadaşım Aslı ile buluştuk. Hem sohbet etmek, hem de bir şeyler yemek için bir kafeye girdik, bize gösterilen yere oturduk. Neredeyse vitrine oturtulduk ama itirazımız yok, yakıştık! Zaten iki dirhem bir çekirdek giyinmişiz, havalıyız!

Konuşacak konular birikmiş. Birimiz sustuğunda diğerimiz başlıyor konuşmaya... Garson,  genç bir çocuk. Siparişimizi almak için iki kez geldi. Konuşmaktan menüye bakamadığımız için her iki sefer de geri yolladık.

Üçüncüye  gelmeden kararımızı verdik; menüye bile bakmadan birer mohito ısmarladık.  Şerefe yapıp yeni yılımızı kutlayacağız.

Mohitolar geldi, bardaklar tokuştu, yeni yıl dilekleri tamamlandı ve ilk yudumlarımızı aldık.

Bu nasıl mohito? Tatsız, aromasız , hafif naneli, su tadında yavan bir şey!

Garsonu çağırdık, mohito’nun  son derece hafif olduğunu ve biraz daha rom eklenmesini rica ettik.
Bardaklarımız alındı rom eklenmiş şekilde geri geldi.

İkinci yudumları aldık.
Bu defa romdan daha başka bir tat  gelmiyor!

Bu defa garsonu ben çağırdım.
-Rom çok olmuş; ne nanenin ne de limonun tadını hissetmiyoruz!

Garson bardaklarla birlikte tekrar gitti.

 Az evvel ki şen şakrak havamız gitti. İyi bir mohito’nun nasıl olması gerektiğiyle ilgili karşılıklı tarifler ışığında gelen mohito’nun neden iyi olmadığını konuşuyoruz. (Evinde mutfağı olan herkesin yapabileceği bir kek tarifi sorulsa ben evdeki notlarıma bakmadan herhangi bir  şey söyleyemem ama o an bir mohito uzmanıyım.)

Bu esnada bardaklarımız tekrar geldi.

Tam bir hayal kırıklığı! Bu defa kırk buzlar tamamen eriyip kaybolmuş.

Son bir gayretle bu kez Aslı kırık buz getirmelerini, rica etti.
Buzlar geldi ve nihayet mohito tamamlandı. Bu defa tarifimize ve nihayet içilebilir mohito şerefine  bardaklar tokuştu.

İçkilerimiz bittiğinde tekrar eski neşemize geri döndük. Sonrasında atıştırmak için bir şeyler daha sipariş ettik. Uzun uzun oturduk sohbet ettik.

Kahvelerimizi söylerken beraberinde hesabı da rica ettim.
Hesap geldiğinde kartımı uzattım.
Aslı “aaaa omaz öyle paylaşacağız” deyip kendi kartını uzattı.
Olur du, olmazdı, yok vallahi olurdu  olmazdı... Baktık uzlaşamıyoruz; Aslı “yarı yarıya alın” dedi ve tartışmaya noktayı koydu.

Bizim mohitozede;  hesaba baktı, bize baktı, bir daha hesaba baktı...

“Peki o zaman  otuzbir otuzbir  çekiyorum!”  Ne demek o ya!!!

62 lira hesap gelmiş!

“Allahın cezası! Git ne yapacaksan evinde yapp! Benim kartımdan al hepsini...” Diyeceğim ama ya çocuk bir şey ima etmemişse? Ya sadece hesabın talihsizliğiyse?
Bu defa tavşanın aklına havuç getirmiş olmaz mıyım? Hem yüz göz olmaya da gerek yok!

Ya en başından hepsi planlıysa? Hesabı bile çocukluğumun tavşan yapma rakamı olan 62’ye denk getirmiş intikam alıyorsa ve hatta bu şirin rakamın hatıralarını gözünü kırpmadan kirletiyorsa?

En iyisi kalkıp yerimden elimi belime koyup “bana bak bana!..” diye söze başlayıp Allah ne verdiyse devam etmek!

Yok yok en iyisi Aslı kalksın! Bir eli belinde, diğer eliyle göz dağı verir! Hem topukluyla 1.90  boyunda, epey ürkütücü de olur.

Ya da plansız, doğaçlama kalkıp bi temiz dövsek mi?

Hiç birini yapamadık L Hesap ikiye bölünüp ödendi.

Mohitozede garsonumuz intikamsa, aldı intikamını. Üstüne üstlük sonrasındaki günlerde benimle Aslı arasında “hep senin yüzünden! ” tartışmalarına da vesile olarak...

O gün bugündür, hesap bölünsün bölünmesin önce bir bakarım.



24 Nisan 2012 Salı

Geleceğimiz ‘İndigo’ çocuklara emanet denmişti!


İndigo çocukların diğerlerinden daha akıllı,  otoriteye karşı çıkan ve altıncı hislerinin çok kuvvetli olduğu, bu çocukların farkedilebildikleri takdirde de geleceğin en etkili bireyleri olacakları söylenmişti... Tam da İndigo çocukların geleceği eline alma vakti yaklaşırken bu defa ‘Kristal’ çocuklardan bahsedilmeye başlandı.

Veeee bir nevi kristal çocuğun fendi indigo çocuğu yendi!

Kristal çocuklar, indigolardan sonra gelen jenerasyonmuş ve yeni çağın öncüsü olacaklarmış...
Akıllı, sevecen, dengeli, neşeli, şefkatli, iletişime açık, müziğe ve sanata düşkün, algıları gelişmiş, telepatik çocuklarmış. Bu çocuklar, ilk yedi çakrası açık olarak dünyaya geliyorlarmış!!!
Upps! Dur bakalım orada! Buraya kadar dikkatimi kaybetmeden okuyor ve öğrenmeye çalışıyordum ki mevzuu çakralara bağlandığında konudan koptum ve kuşak farkı oracıkta arayı bir daha kapanmayacak şekilde açtı.

Bioenerji ile ilgilenenlere saygım sonsuz ancak ben pozitif bilim insanıyım. Konuyu çakraya bağlayan kristal çocuk tanımcıları, beni değişen jenerasyonun çocuklar olmayıp o çocukların ebeveynleri olduğunu düşünmeye itti. İndigolaşan ya da kristalleşen çocuklar mıydı gerçekten? Yoksa  çocuk psikoloji ile ilgili kattettiğimiz mesafe ve ebeveynlerin bu konudaki entellektüel birikimlerinin artması mıydı algıları değiştiren?  Bu kısmı uzatmayacağım ama söylemeye çalıştığım, konunun “yumurta ve tavuk” olayına dönüşmüş olabileceği!

Her nesil, kendisinden önceki nesle göre daha üstündür, buna yürekten inanıyorum. Ancak 80’lerde büyümüş bir çocuk olarak sormak istiyorum; bu indigolar ve kristaller Playstation yerine Commodore 64 veya Atari oynasalardı, Cem Yılmaz yerine ‘Olacak O Kadar’ seyretselerdi, televizyonu açtıklarında seyredilecek tek program ‘Uzaylı Zekiye’ olsaydı ve uzaylı muzaylı demeden Zekiye'yi seyrederken yayında meydana gelen bir aksaklıkta dijital tarihin ilk screen saverı ‘necefli maşrapa’ yı prime time da seyretmek zorunda kalsalardı yine de indigo veya kristal  olurlar mıydı?

4,5 yaşında bir yeğenim var; gemi kaptanı olup dünyayı gezecekmiş. İlgisi laftan ibaret de değil; balıkçı teknelerinin adını ezberliyor, kaptanlarıyla konuşuyor, teknelerine çıkıp onlarla sohbet ediyor, hangi tekne bakıma girecek, hangisi nereye satılmış öğreniyor... 

Geçenlerde tuhaf bir  şekilde denizden korktuğunu itiraf etti, ve kaptan olmaktan vazgeçtiğini söyledi. Bu defa gitar çalıp dünyayı dolaşmaya karar vermiş. Azimli de! Evde eski bir mandolin bulmuş sürekli çalıyor. Dinleyenler, daha doğrusu maruz kalanlar, işitme engelli olmadığına üzülüyor. O derece! Ama olsun, azim çok takdir ettiğim birşeydir hayatta.

O yaşlardaki halimi, hayallerimi hatırlamaya çalıştım; pek bir şey gelmedi aklıma. Bir tek  “Büyünce ne olacaksın?” sorusu J  Cevabı; ya doktor, ya da öğretmendi. Sokağa çıkıp oynamak yetiyordu. İzin almadan arka mahalleye gitmek ise korkarak bile olsa en büyük maceraydı.  Gerçi siz bana bakmayın! Ben rüyalarımda bile mahallenin dışına çıkamaz bakkalı, gazeteciyi, kasabı falan görürdüm J

Kesin bir şey var ki; yeni neslin özgüveni, cesareti ve hayalgüçleri bizden ileride... Adına indigo veya kristal deyip yeni bir tanımın içine almaya gerek  duymadan ben gözüm kapalı geleceğimi emanet edebilirim.

13 Nisan 2012 Cuma

Gerçekten hazır mısın?

Üniversite 1. sınıfın sömestr tatilinde Ankara’ya döndüm. Çete tekrar bir araya geldi. Aynı apartmanda oturduğumuz çocukluk arkadaşlarım; Özlem ve Ebru ile günlerimizin tamamını birlikte geçiriyoruz.

Bir önceki yaz üniversite sınav sonuçları açıklanıp İstanbul’da okuyacağım belli olunca topyekün hüzünlenmiştik. Bu hüznü dağıtmak için  Zafer Peker’in dilimizi sonradan öğrenmiş gibi kırık bir Türkçe ile yorumladığı ve o yaz moda olan “Gidiyorsun bilmediğim uzaklara...” şarkısı bana ithaf edilmişti.

Çeşitli haylazlıklar, tüm ayrı geçen 3-4 ay boyunca baştan geçen hikayeler anlatıldı. Sınıfta, diğer bölümde, kantinde, serviste tanışılan yeni arkadaşlar özellikle hoşlanılan çocuklar...
Hikayelerin bu kısmında  benden istedikleri verimi alamadılar.
Hiç dişe dokunur bir hikayem yokmuş!
Öyle şey olur muymuş?
İstanbul’un nüfusu Ankara’dan çokmuş, bu ihtimalleri arttırırmış. Öylemiş böyleymiş...
En sonunda İstanbul’a üniversite kaydını yaptırmaya giderken otobüste tanıştığım, squash dersi veren çocuğu aramam üzerine yoğun baskılar başladı.
Nasılsa sömester süresince Ankara’daymışım... Çocuk da Ankara’da yaşıyormuş, neden görüşmeyelimmiş...
Kurtulamadım ellerinden! Aramak istemiyorum. “Ne konuşacağım ben onunla” diye ayak diredim olmadı. Sonunda, ufak bir konuşma metni hazırlanmış elime tutuşturulmuş halde buldum kendimi. Kızlar da role-play’in diğer tarafında  telefonda konuşan oymuş gibi yapıp beni hazırladılar!!!

“ Tamam, oldum ben artık” deyince telefonu çevirdim. Çaldı, çaldı, çaldı... ve sonunda devreye telesekreter girdi.Telefonu kapattım. Daha mutlu olmazdım. Hem kızları kırmamış hem de bu istemediğim konuşmayı yapmamıştım
Kızların  suratı düştü.
-Telefonu çocuğun yüzüne mi kapattın sen?
-Hehehe yok, öyle bir şey yapmadım telesekreterdi sadece.
-Neyse canım kısmet değilmiş.

Ama yooo! Öyle kolay vazgeçecek gibi değiller.

Bu defa telesekreter için mesaj alternatifleri düşünüldü, kurgulandı, notlar alındı ve en sonunda birkaç deneme sonrası karar verilen mesaj metni elime tutuşturuldu. Bu karar verme sürecinde hem gerildim, hem yoruldum. Ben vazgeçtim  hadi boşverelim desem ikna  diyalogları devreye girecek ve  daha çok yorulacağım en iyisi teslim olmak . Hem kızları da özlemişim huysuzluk yapmak eğlenceyi bozmak istemiyorum. Eğlenilen ben bile olsam !

Üçe kadar say, derin nefes al, hızlıca metni gözlerinle oku, hooop numaraları tuşla işte geliyorum telesekreter!
Dünyanın en uzun düşünülmüş telefon mesajıyla sana geliyorum. Bu kadar emek verdikten sonra kısa metraj bir filme metin bile yazılabilirdi. Olsun, çok güzel oldu, çocuk evde olup telefona bakamadığına yıllarca pişman olup bugünü kişisel tarihine kara gün olacak geçirecek!!!

Gün tarihe gerçekten geçti, ama nasıl?

Elimde mesaj metni, karşı tarafta; “Alo, aloo kimsiniz?”  diyen bir ses...
Sen o kadar konuşma metni çalış, telesekreter çıksın telesekreter mesajı çalış çocuğun kendisi çıksın! Bu kadar hazırlanıp bu kadar hazırlıksız yakalanmak herkese kolay kısmet olmaz!
Güç bela toparladım.

-Selam Kaptan, ben Çiğdem... hani İstanbul’a giderken yolculukta tanışmıştık...
Ben sömester için Ankara’dayım. Immm düşündüm ki aramak iyi bir fikir olabilir, bir kahve içebilir ya da bir şeyler yiyebiliriz...(Konuşamıyorum ama çok güzel kahve içebilirim)

-          Aa selam Çiğdem! (Bereket versin karşı taraftan ses  geldi. Yoksa ben bu gerginlik ve soluksuz monologlarımla, freni patlamış önerilerime; buluşma, kahve, yemek derken bir hafta sonu tatili, bir yurtdışı tatili sonra bir nikah,  iki çocuk diye devam edebilirdim...)
-          Hııım hoşgeldin. Ne kadar buradasın?
-          Sömestr bitmeden birkaç gün önce döneceğim. (Yer yarılıp içine girme ihtimalim olsa daha erken de ayrılabilirim)
-          Peki güzel ararım seni
-          Ok madem görüşürüz. (Bence beni daha akıllı ve cool hatırlıyorsun ve hayal kırıklığına uğradın)
-          Hoşçakal
-          Bye (Mümkünse görüşmeyelim, hatta karşılaşmayalım)
-          Bye
-         
O zaman, bir türlü bitmeyen bir konuşma gibi gelmişti bana. Şimdi düşününce, pizza sipariş ederken bile daha fazla konuşuyor insan.
Çetenin istediği gibi olmasa da bir anlamda dileği yerine geldi ve  dişe dokunur bir hikayem oldu.

Sonunda ne mi oldu? İç sesimin arzusu gibi kimse birbirini bir daha aramadı! Görüşmedik, karşlaşmadık.

Tamin ediyorum 2 çocuklu, kel ve göbeklidir şimdilerde J

2 Nisan 2012 Pazartesi

Avrupa’nın nüfus sorunu/çözümü

Yıllardır Avrupa’daki nüfus giderek yaşlanıyor, genç insanlara, daha yüksek doğum oranına ihtiyacımız var diyen söylemler var!

Diğer taraftada 100 yaşındaki adam hastanede öldü diye hastaneyi dava etmeye çalışan hasta yakınları var!

Hastanın ölüm sebebinin ihmalden kaynaklandığını ispat edip, yattığı sürece oluşan masrafları ödememek için elinden geleni yapan sigorta şirketleri var!

90 yaşına gelmiş  doğumgününü  restaurantta kutlayanlar var!

Pes artık! Tamam insan  hayatı çok kıymetli. Kıymetli olsun tabi, bir itirazım yok ama bırakmıyorsunuz ki vadesi gelen ölsün, yaş ortalaması düşsün  nüfus gençleşsin!

17 Mart 2012 Cumartesi

Aşağıda Brad Pitt var deseler inmem


Bir İngiliz, bir Fransız, bir de Laz diye başlayan memleketim fıkralarından biraz daha hallice bir grupla; bir Koreli bir Kolombiyalı bir de Laz olarak geziyoruz. Sınıf arkadaşıyız. Okuldan sonraki vakitlerde gezmek için yaptığımız bir listemiz var. Görülesi yerler listesi! Hepimizin görmeye çok heves ettiği ancak birbirimize de çok çaktırmamaya çalıştığı bir yer var ki; oraya gitmeyi biraz daha sıcak havalara erteliyoruz. Mayıs ayını zor ettik ve dedik artık vaktidir haydi gidelim.
British Columbia Üniversitesi’nin kampüsü içerisinde Pasifik Okyanusunda bir plaj. Efendim 7 km uzunluğunda bir sahili varmış, gün batımı nefismiş, çok bakirmiş, daha da önemlisiiiii... kıyafet giyip giymemek isteğe bağlıymış!  Okuldan tek vasıta ile üniversiteye ulaştık, kampüsün içinde indik. Onların, Antropoloji Müzesi dediği, benimse Kızılderili Müzesi olarak adlandırdığım bir müze varmış, onu da gezdik.
Eee hadi artık bu kadar kültür ve ağırbaşlılık yeter,  neredeymiş bu plaj diye müzedeki görevliye sorduk. Çok kısa bir şekilde tarif etti; “300 mt düz devam edin, solda ağaçların arasında ince bir patika var, oradan sahile inebilirsiniz.”
Mayıs ayının son haftasında olmamıza rağmen hava güneşli ama serin. Hepimizin üzerinde pantolonu, poları, rüzgarlığı... Nasılsa giysi opsiyonelmiş, “çekilin! biz de giysilerimizle geliyoruz” Hem konu biz değiliz, konu; görmeyi beklediğimiz, plajın hakkını ve hatta adını veren özgür, cesur, çıplak Kanadalılar.
Patikaya geldik. Yemyeşil, bakir, doğal mı doğal ama  iki kişinin yan yana yürüyemeyeceği kadar daracık bir patika.Tek sıra olduk ve aşağıya inmeye başladık. Bitkilerden yapılma bir tünel patika içinde ilerliyoruz. İniyoruz, iniyoruz, iniyoruz... Bir türlü ulaşamıyoruz.  Ben, dönüşü yani tırmanışımızı kara kara düşünmeye başladım bile ama ilk koyveren olmak istemiyorum. 
Jane “yoruldum” deyince  ben de kavga etmeye hazır bir tonda “ben de” diye ona katıldım.  Sanki bizi biri zorla götürüyor! “Bu kadar geldik, mutlaka görmek lazım” diye telkinlerle devam ettik. Kumsala inmemiz yaklaşık 15-20 dakika sürdü. Kan ter içinde kaldık. Neden nudist beach olduğunu anlamaya başladım sanki... O daracık dik patikadan inerken kafaya göze giren dalların arasında kan ter içinde kalıp, sonra “Amaaan mayom yoksa yok! Suya girip serinlemeden valla dönmem” diyenler sayesinde bu sıfatı kazanmış bir yer bence J
Nihayet sahile indik. Tek bir insan yok. Sahil diyorum ama öyle kumsal falan değil! Hatta değil kum, çakıl taşı bile yok! Kafam kadar taşların olduğu, bu taşların üzerinde sıra sıra yerleştirilmiş dev ağaç kütüklerinin olduğu bir yer. Şezlong diye bu kütükleri mi kullanıyorlar? Otursan oturulmaz, üzerinde yatılamaz.  Kamp ateşi desen, dev gibi ağaç yakılmaz.Yoksa Feng Shui’ye göre dekore edilmiş bir sahilde miyiz?
Üçümüz boş boş birbirimize bakıp denize doğru ilerledik. Biraz soluklanmak için kütüklerden birinin üzerine yaslandık, bu esnada terimiz soğudu. Kimse cesaret edip “bu mudur yaaa “ diyemiyor. Ne kadar da boşmuş, gibi yorumlar yapılıyor.Biraz ileriye doğru yürümeye karar verdik. Yürüme de yürünmüyor canına yandığım yerde! Kaya gibi taşlar, ayağı burkmak işten değil! Biraz ilerleyince taşlar ufaldı hatta  ara ara kumlar bile gördük.
Amaaan o da ne! Bir grup insan var ilerde! Çok mu ilerde? (sanki ıssız adaya düştük hayat var diye seviniyoruz) Olsun buraya inen, oraya da yürür. Yürüyelim tabi. Kanadalılarla daha yakından tanışalım, kültürlerini anlayalım değil mi? Yanlarına varmak için yaklaşık 2 km yürüdük.
Yürümez olaydık! Topu topu 7-8 kişi var...  Bir de üşümüşler mi ne! Altlarında birşey ama yok üstlerinde sweatshirtler tişörtler...  Göbeği dağ kadar, poposu ambar kadar olmuş,  gece rüyanda görsen korkacağın şekilsizlikte insanlar topluluğu... Hatta daha çok vakti geldiğinde ıssız kayalıklara gelip ölümü bekleyen deniz aslanlarına benziyorlar.
Jane eliyle gözlerini kapatıp “oh my God! oh my God!” deyip duruyor. Biz Felipe ile Jane’e bakıp gülüyoruz. Ama bu “oh my God” lar çıplaklığa mı, yoksa şekilsizliğe verilen tepki mi belli değil.
Benim de “Allah cezanızı versin” diye üstlerine atlayıp dövesim var hepsini.
İnsanlar  sanki “gelin  buyurun neremize istiyorsanız bakabilirsiniz, biz hepimiz Barbie ve Ken gibiyiz” demişler de bizi kandırmışlar...
“Bize bu kadar yetti” deyip  hayal kırıklığıyla dönüş yolunu tuttuk. İnerken bile kan ter içinde kaldığımız patikayı tırmanırken ki yorgunluğumuzu anlatacak kelime bulamıyorum. Dönüş yokuş yukarı olduğu için haliyle daha uzun ve çok daha yorucuydu. Otobüse binip şehre geri döndüğümüzde birlikte yiyeceğimiz akşam yemeğinden vazgeçip evlerimize dağılmaya karar verdik. Hem çok yorulmuş hem de hayal kırıklığına uğramıştık. Görülecek yerler listemizin en uzun süre beklenen, en heyecanlı durağı ile ilgili aklımızda kalanlar böyle mi olacaktı...
Bu hikaye nasıl aklıma geldi; geçen gün internette bir yazıya denk geldim; “Wreck Beach dünyadaki en iyi ilk 10 çıplaklar/nudist plajından biriymiş”. İsim aşina gelince yazıyı okumaya devam ettim. Pasifik okyanusunda, 7 km sahili, British Columbia Üniversitesi kampüsü içinde.... diye devam ediyor. Site ziyaretçilerinin yorumları okudum. 5 üzerinden, 5 yıldız vermiş çoğu. “Yok canım bizim gittiğimiz yer olamaz!”. Emin olmak için görsellerde arattım. Vallahi de bizim sahil (bir kez gittim ya tapusunu verdiler bana o gün, o yüzden bizim diyorum)
Koca kütükler, kafam kadar taşlar hala duruyor. Yorumlardan bir tanesinde “ ...never-ending wooden staircase...” (bitmek bilmeyen ahşap merdivenler)  diye bir satır okudum. Vaay! demek merdiven yapmışlar, gelişme var. Bitmek bilmeyen tarifi bana yeterli gelmediği için merdivenle ilgili biraz daha bilgi için araştırmaya devam ettim ve ne buldum; “...542 wooden steps...”  (542 ahşap basamak)  Uyyyy! 542 basamak demek bir binanın 33. ya da 34. katı demek! Değer miydi ya! Bugün deseler ki; aşağıda çıplak Brad Pitt var , yemin ederim inmem. Ha, yukarıda çıkmasını beklerim, o  ayrı  ama inmem, vallahi  bir daha inmem.
Yok efendim dünyanın ilk 10 plajından biriymişmiş... Görmesek inanırdık belki!  Hadi deseler ki; “en mavi, masmavi bayraklı plaj” ona itiraz etmem. Ama o kadar! Demek ki internette her yazılana da inanmamak gerek.
Nerede bizim beachlerimiz, nerede bizim kızlarımız, delikanlılarımız, yürüdükçe çıtırdayan çıtırlarımız, iz yapmasın diye bikinisinin üstünü çözüp yüzüstü yatan, her yeri eşit yansın diye sistemli bir şekilde kendini döndüren teyzelerimiz...

10 Mart 2012 Cumartesi

Büyük adammışsın Jobs



Iphone’lar  güneş patlamalarından etkileniyormuş... Bu patlamalar telefon görüşmelerinde kesintilere sebep oluyormuş...

Bozuluyorum! Benim telefonum da akıllı! Benim ki de android ama neden patlamalardan haberi yok? Bak Iphone’a! hem haberdar, hem de etkileniyor. Duyarlı, akıllı, hassas...
Kendi telefonumu tekmeleyesim geldi.

Bir Iphone’um olsa ve patlamalardan etkilenmese, acaba bir terslik mi var diye telefonumu servise bile götürebilirim.

Nasıl bir marka konumlardırma, nasıl sarsılmaz bir imajdır bu ya! Bravo! Büyük adammışsın Jobs.

Yarın Iphone’un yeni versiyonunu çıkarsalar Iphone emo (duygusal) adını verseler, deseler ki; “kullanıcıların duygu patlamalarını hissediyor ve etkileniyor.” “Yaaa olur mu öyle şey!” demeksizin gerekirse yemeyip içmeyip telefonun yok satmasını sağlayacak büyük bir hayran kitlesinin hazır olduğuna eminim.

Daha piyasaya sürülmemiş Iphone5’i kopyalayıp  Hi phone5 adını veren Çinlimiz bunu da kopyalar tabi. Ben şimdiden onlar için birkaç çakma isim bile düşündüm; Iphone emo,  Emophone, Hi phonemo ...

3 Mart 2012 Cumartesi

Gücüm bileğimde değil, yüreğimde...


İlkokula başladığım yılın ilkbaharındayız sokakta arkadaşlarımla ip atlıyorum. Hani iki kişi sallar diğerleri sırayla atlar, yanan  ipi sallayanlarla sırayla yer değiştir; işte ondan...

Bu arada bu neslin çocukları ip atlamayı beceremiyor. Evde çocuğunuz varsa deneyin. Hatta playstation’la oynayamıyorsunuz  ya da Angry Birds de onun kadar yüksek puanla seviyeleri atlayamıyorsunuz diye alay ederse hemen bir ip çıkarın. İki düz, bir ters ve de çapraz  atlayıp akıllarını uçurabilirsiniz. Sonra günün kalanında, kafayı gözü yarma pahasına, o iple verdikleri mücadeleyi seyredip eğlenin.

Aramızda bir arkadaşımız var ki; hepimizden uzun. Haliyle ipi onun boyuna uygun sallamak da epey zor oluyor. Ben kendi adıma elimden gelini yapıyorum. Kolum nerdeyse yerinden çıkacak. Küçükken çok sık çıkardı kolum. Büyüyünce geçti. Bir arkadaşım var, onun kolu halay çekerken falan çıkıyor. Öyle alışmış ki; tekrar geri yerine takıp halaya devam ediyor.

Benim de hikayeyi anlatasım  yok gibi! Sürekli başka bir tarafa doğru kayıyorum J
Neyse bu “Uzun” durduk yere de uzun değil! Sözüm ona ilkokul üçe gidiyor ama  sınıfta kala kala üçüncü sınıftan ileriye geçememiş, rivayete göre ilkokul beş olması gerekiyormuş.

Kızların hepsi pire gibi öndeki ne derse onu harfiyen uygulayıp seriyi tamamlıyor. Bizim Uzun biraz da kazulet çıktı ipe takılıyor sonra “siz sallayamıyorsunuz benden kaynaklanmadı” diyor. Tamam diyoruz “kız uzun” daha dikkatli sallayalım.
Bir iki derken biz anlayış gösterdikçe bir türlü yandığını kabul edip gelip ip sallama sırasını almıyor. Karşımda  Emine; ip atlama sırasının kendisine geleceğinden ümidi kesmiş! Neredeyse ağlayacak, gözleri dolmuş... Onu öyle görünce nasıl içime oturdu anlatamam. Benim de hakkım yeniyor ama ilk Emine’nin sırası ya kendimi akıl edemiyorum herhalde! 

Uzun, dördüncü ya da beşinci kez ipe takıldı ve yine “siz sallayamıyorsunuz” edebiyatına girişecekti ki; benim sigortalar attı.
Elimdeki ipi bıraktım. Bir hışımla koştum, bir çırpıda kızın üzerine çullandım. Var gücümle bir yumrukluyorum, bir tekme atıyorum, bir yumruk, bir tekme, bir yumruk...
Uzun kofti çıktı. Hiç bir şey yapamıyor ya da şaşırıp dondu kaldı! Sağlı sollu tekmelerim, acımasız demir yumruklarımla kızın hamle yapmasına bile fırsat vermiyorum. Çevremizde çocuklar donmuş bizi seyrediyor. Kimse ayırmaya çalışmıyor ne Uzun’u kollayan var, ne de bana dur diyen.

Tüm bunlar olurken bunun alışverişten dönen teyzesiyle annesi sokağın köşesinde gözüktü. “Ne oluyor orada” deyip beni, Uzun’a yapıştığım vantuzlarımdan koparıp aldılar. Annesi beni tuttu, kendine çevirdi, eli havada yükseldi yükseldi yükseldi... ve öyle kaldı. Tokadın suratıma inmesi lazım ama yooo kaldı işte öyle...
Yüce Rabbim bu kötü kalpli kadını  bana vurmak istediği için oracıkta taşa çevirdi işte! Oh olsun.

Kafamı biraz kaldırınca  gördüm ki; yüce Rabbim bu seferlik taşa çevirmemiş ama kadın bana vuramasın diye Kadir Amca’yı yollamıştı. (Kadir Amca aile dostumuz, birlikte masaj salonunda çalışacağım çocukluk arkadaşımın da babası)

Kadir Amca, kadının tuttuğu kolunu sert bir hareketle geri itti. Kadın da geriye doğru sendeledi. “Küçüçük çoğuğa vurmaya utanmayacak mıydın?”  diye azarladı.
“Senin çocuğun benim kızımı dövüyordu adam” diye karşılık verdi Uzun’un annesi.
Kadir Amca elimden tuttu, yüzüme doğru eğildi baktı, kimsenin görmeyeceği şekilde göz kırptı.

Kadına döndü “bir kızının cüssesine bak bir de bu çocuğun! Bu kız, seni kızını nasıl dövsün akıllı ol kadın” diye ağzının payını verdi. Onları orada öylece bıraktık, el ele tutuştuk arkamızı dönüp yürüyüp gittik. Ben az evvel Truva savaşının yenilmez Aşil’i iken hemencecik yavru bir kuzuya dönüştüm.

Bu benim hayatımda yaptığım ilk ve son kavga oldu. Bu bir daha kavga etmemeye yemin ettim anlamında değil yine gözüm dönerse karışmam!

Daha sonraki birkaç yıl içinde biz başka bir şehre taşındık ama Kadir Amca ve ailesiyle bağımız hiç kopmadı. Ne zaman ailecek bir araya gelsek ve eski günler konuşulsa Kadir Amca bu hikayeyi anlatır. Hikaye onun anlatımında “küçük yürekli çocuğun kötü kalpli devi yerle bir ettiği bir kahramanlık  hikayesine” dönüşür.

25 Şubat 2012 Cumartesi

Gülü bir gün seni her gün...


1929 Alfred Hitchcock yapımı ‘Şantaj’ isimli siyah-beyaz, sessiz bir korku filmine bilet aldım. İstanbul Film Festivali gösterimlerinden biri, sene 1999. Film Emek Sineması'nda. Salonun içinde, İngiliz Oda Orkestrası da filme müzik yapacak. Biletler locadan; çook entelimm çoook! Normalde ustalara saygı kuşağında televizyonda oynasa yemin ederim seyretmem ama burada konu başka.

İki üç kez çıktığım, her görüşme teklifinde farklı fikirlerle gelip beni şaşırtan ve kendimi bu konuda geliştirmeye zorlayan biri var. Film festivalinden acayip bir film seçeyim, benim de entersan  fikirlerim var diye kanıtlayayım, kusur kalmayayım niyetindeyim.

İş çıkışında buluşup birşeyler atıştırıp sonra filme gitmek üzere plan yaptık. Yeri ben sectim. Bahçesinde güller, sarmaşıklar olan, mis kokan yetişkin ıhlamur ağaçları altında oturulan, fıskıyeli mini mermer havuzundan kumruların su içtiği nefis bir yer.

Vaktinden erken gittim. Bu beni çok hevesli ve sabırsız gibi gösterecek olsa bile umurumda değil! Ben çayımı, kahvemi içip bahçenin keyfini çıkartmak istiyorum. Bahçe o kadar güzel ki! işi çıksa gelemese  ne kızacak ne bozulacak ne de üzüleceğim.

Daha sipariş ettiğim çay gelmeden bahçeye açılan kapıda gözüktü. Yerimden kalktım; tokalaştık, öpüştük tam sandalyeme geri oturacağım “Bunu sana getirdim” diye  siyah nalbur poşeti gibi bir naylon torba uzattı. Bana bir şey getirmesi çok nazik ancak siyah naylon torba ne kadar çirkin ne kadar özensiz anlatam ama içinden güzel bir paket içinde bu değişik fikirlerin sahibinden yine beni şaşırtacak bir hoşluk çıkacağı kesin! Teşekkür edip uzattığı torbayı aldım.

Aklımdan hediyeyi tahmin etmek için bir sürü fikir gelip geçiyor. Sessizce ve kendi kendime oynadığım bu tahmin oyununda eğer aldığı şeyi düşünebilirsem kendimce oyunda beraberlik sağlayacağım. Böylece “sen orijinal biri olabilirsin ama ben de aklından geçen fikirleri tahmin edecek kadar zeki ve  öngörülüyüm” diyebileceğim.

Torbayı açtım, içinden bir tane pembe bir gül çıktı çıkartıp alacağım ama o kadar ağır ki!  Torbayı sıyırdım gül hala hayatta! Köküyle, toprağıyla hatta içinde yetiştirildiği siyah naylon poşetiyle kanlı canlı  karşımda...

“Sana çiçek almak istedim ancak bir tek bunu bulabildim, kesip tek gül olarak getirebilirdim ama bu defa da çiçeğe kıyamadım. Eğer istersen koparabilirsin  veya koparmayıp bahçene dikebilirsin” dedi.

Güle kıyamamışsın ama bana kıyıyorsun öyle mi? Zaten poşete, torbaya, yanımda ekstra bir şey taşımaya kıl bir insanım! Beni bu torbayla mı gezdireceksin İstiklal Caddesi’nde? Çiçek benim olduğununa göre benim taşımam icab eder! Al sen taşı diyemem! Desem hediyesinden hoşlanmadığımı anlar. Anlasın ne olacak? Yok anlamasın!  “İnceliğimi hassas ruhumu anlamadı ne kaba şeymiş” demesin arkamdan.

“Çok teşekkür ederim ne kadar düşüncelisin. En güzeli bahçeye dikmek” dedim. Yemek için birşeyler söyledik sohbet ettik. Benim aklım çiçekte kaldığı için sohbete falan konsantre olamadım. Sinema saatine yaklaşırken hesabı istedik. Ayrılırken çiçeğimi unutmuş gibi yapacağım; normal bir çiçek gibi masanın üzerinde tutamadığımız için sandalyemin yanında yerde duruyor. Kolaylıkla unutulabilir!

Daha iki adım attım “çiçeği unuttuk” dedi . “Aaaah evet yaa nasıl da unuttum!”  (Unutmadım bıraktım ayol! unutulacak çiçek mi o? Bak 100 yıl geçmiş hala hatırlıyorum!) Çiçek torbası elimde, bir taksi durdurup bindik. Arkaya oturduk. Ortamızda gülümüz! Hava alsın diye çiçekli kısmını torbanın dışına çıkarttım.

Adeta evcil hayvanımız gibi aramızda oturuyor, bizimle sinemaya geliyor. Bir isim versek! Hatta bahçeye falan dikmesem de mobilitesini kaybetmese! Yine çıkarsak yanımıza alırız.

Bütün bu abuk subuk şeyleri düşününce bir süre sonra beni bir gülme aldı. Katıla katıla gülüyorum. Durmaya çalışıyorum ama aramızdaki gülü gördükçe daha çok gülüyorum. Taksim’e geldik, taksiden indik. Temiz hava alınca sakinleştim.

Gül, böyle aramızda, takside  gidiyoruz...  Biz-gül-taksi şeklinde  ebelek gübelek bir açıklamayla neden güldüğümü anlatmaya çalışsam da çok başarılı olduğumu sanmıyorum.

Emek sinemasına geldik. Son umudum; “salona evcil hayvan ve köküyle gül almıyoruz” diye birinin bizi durdurmasıydı. Olmadı tabi.. Filmi de baştan sona hep birlikte izledik.

Gülü  hafta sonu bahçeye diktim. Gülün hikayesini duyan arkadaşlarım haftalarca, Falım sakızını aratmayan güllü manilerle benimle dalga geçti.

Ben, çok kısa bir sürede değişik fikirlerden çok fazla hazetmediğime karar verdim. Gül de yerini sevmese gerek benim bahçede uzun yaşayamadı.