21 Aralık 2013 Cumartesi

Saçlar kulakların arkasına lütfen!

Son zamanlarda, estetik ameliyatlara olan talebin arttığı ile ilgili yazılar okuyorum. Her yazıda ortak ifadeler var; yaz ayları şöyle artarmış, erkekler şu ameliyatlara meyilliymiş, ameliyat yaşı küçülmüşmüş… Kimse sebebini söylemiyor ya da söyleyemiyor. Neyseki araştırmacı ve yorumcu kişiliğimle konuyu birazdan aydınlatıyorum.
Sebebi biometrik vize fotoğrafları…

Zümrüt’te çekilen, üzerimize yıldız tozu serpilmiş, kaymak ciltli, rotüşlü görüntümüzle vedalaşıp, yüzün olabilecek en kötü açısıyla çekilen "olağan şüpheli" kıvamındaki vesikalıklarımızla yüzleştiğimizden beri, ben de estetik ameliyat listesi hazırladım.  Gözaltı torbaları, mimik çizgisine dolgu, üst dudak da çok mu ince ne? Sonra kulaklar… Belki, en önce kulaklar (kulaklarımla olan kavgam küçük yaştan başlar)…

Bütün biometrik vesikalık çekenler sanki anlaşmışlar gibi aynı tavır içindeler;

Saçları kulakların arkasına atar mısınız?” (O da bir şey mi? Arkaya fotoğraf makineni bile atarım! )
 “Yok, yok olmadı saçınızı toplasak.”  (Pardooon! Vize fotoğrafı mı çektirmeye mi, yoksa beceriksiz bir kuaföre saç yaptırmaya mı geldik? )
Burada (herkesin kullandığı az bitli) bir tokamız olucaktı buyurun, toplayın saçınızı
"Hah şöyle…" (Kulaklara özgürlük!)

Bir de, her 6 ayda bir yeni foto. Pis kulak fetişistleri! İllaki son halini görücez diyor. Ayak duyduyduk da, kulak da neymiş? Tabi, tabi bir baksınlar bakalım; büyümüş serpilmiş mi?
Hayır, korkuyorum vize isteyen ülkelerden biri çıkıp “hanım hanım senin kulaklar çok büyükmüş maalesef ondan da ayrı vize ücreti istiyoruz” diyecek.

Bu tipsiz vesikalıktan her seferinde en az 4 adet çekiyorlar. Vize müracatında 2 tane lazım, her seferinde geriye 2 kepçe kulak da bana kalıyor.  6 aylık vize süresi bitince fotoğrafın da geçerliliği kalmıyor. Evde  2 şer adetten onlarca kepçe kulak vesikalığım var.  4 adet yerine 2 adet fotoğraf çekseler konu kapanacak. Ne ben elde kalan fotolara bakıp sinirleneceğim, ne de oturup bu yazıyı yazacağım.

Yakın bir zamanda ‘dünden bugüne kulaklara bakış’ sergisi açacak kadar elimde fotoğrafım olacak. Bienale mi katılsam? Oradaki çalışmaların daha kalburüstü bir havası oluyor! Neler olup bittiğini anlamasa da insan, vardır bir bildikleri yapanların  diye eleştiremiyor. Benim kulak sergisi de çıkar aradan. Hatta sergiden çıkıp eve giden bulur eski biometrik fotoğrafını “Lan nie benim aklıma gelmedi der” hayıflanır.

Ya da Istanbul Modern’de bir sergi olabilir; modern art! Kendim geleneksel, ama kulaklarım modern! Farklı yönlerim, çelişkilerim, tip tip hallerim var, ne olduğu belli olmayan her türlü sergide giderim var.

Vakti zamanında yolunu yapmışlar; “sanat için sanat”  ya da “toplum için sanat”. Toplum için sanat marketlerin halk günü gibi bir şey, konuşmaya değmez… Ulaşılabilir, herkesin sahip olabileceği bir şey. Kimseye sınıf atlatmaz. Sanat için sanatsa  başka… Modern,  gizemli, yorumlanamaz  sahibine statü sağlayan bir şey...

Yorumlanamaz diyorum ya boşuna değil! Bakın sanat eleştirmenlerinin bile anlayamadığı şeyler var. 4 yaşında çocukların yaptığı resimlerle, usta sanatçıların modern resimlerini ayırt edememişler.  Aşağıdaki linke bir ara tıklayın, kendinizi deneyin keyifli bir şey.


Uzun lafın kısası ünlü bir küratör bulursam kulaklarımın her türlü sanatsal gideri var. Hem belki meşhur olduktan sonra, kulaklarımla öpüşür barışırım böylece kulak estetiği konusu da tarihe karışır.

19 Ekim 2013 Cumartesi

Aman doktor canım cicim doktor...


Doktoru, hastaneyi, ilaçları sevmem. İlaç yutabilmeyi öğrenmem lise yıllarıma denk gelir. Her ilacın şurup versiyonu da yok tabi bu süreçte hasta olduğum zamanlarda anneme ve babama yutamadığım haplardan dolayı dünyayı dar etmişliğim az değil.
Hastanede yatan; eş, dost, akraba ziyaretlerim sırasında bayılıp ortalığı karıştırmışlığım da mevcut. Hem de birkaç kez.

Daha 4 -5 yaşlarımda, geçirdiğim bir hastalık için popodan olmam gereken 6-7 iğneden, 2. si sonrasında kurtardırğımı hatırlıyorum. Eve gelen hemşire kadının anneme “çocuğunuz kendini o kadar kasıyor ki, iğne kırılıp poposunda kalacak” dediğini dün gibi hatırlarım. Bunun üzerine iğnelerin devamı yapılmadı. Bu başarımı sessizce kendi kendime kutlamış, yıllar yılı da ekmeğini yemiştim. Yani iğne gerektiren tedavilere hep alternatif yaratmayı dolaylı olsa da başarmıştım. Daha o küçücük yaşımdan beri sıkı,  taş gibi kalçalara sahip olmanın avantajını iyi bilirim J

Buz gibi stetoskopları sırtıma  yapıştırıp “derin nefes al-ver, al-ver çocuğum” diyen doktorlara, hani ani bir hamle yapıldığında “hay ananı...” diye küfür eden tikli adamlar gibi dümdüz gitmek isterdim. Erkek adam arkadan saldırır mı? Bu yetmezmiş gibi “şimdi öksür yavrum “ diyerek zaten öksürmekten dışıma çıkmış içimi, zorlamaya devam ederlerdi.
Onca yıl okumuşsun  öksürtmeden anla bunun çaresini! Nedir yani, hastalıktan hastalığa öksürüğün tınısı mı değişiyor? Bundan mı ayırt ediliyor hastalıklar? Doktor dediğimiz bu mudur?

İlkokul yıllarımda, çürüyen bir dişimi çekerken kökünün kırılıp içeride kalmasına sebep olan bir diş doktoru yüzünden uzun süre dişçiye gitmemiş ve o çürük kökü yıllarca ağzımda gezdirmiştim. Bugün görüyorum ki dünyanın sonu değilmiş! Az diş hekimli hayatım ve inci gibi dişlerimle yaşayıp gidiyorum işte.

Üniversitede okurken 2 yıl boyunca  aynı evi paylaştığım doktor kuzenime, ne vakit bir rahatsızlığımı ya da sıkıntımı söylesem “Psikolojiktir yaaa! Takmaaa geçeer” diye beni savuşturdu. Şimdi ara sıra babamı götürüyorum ona, amcası  ya, ona böyle yapamıyor! Çifte standartlı, samimiyetsiz, pis şey! Böyle tiplere güvenip canımızı emanet ediyoruz J

Renkli insanlar aslında, hepsinin doktorluk dışında hobileri var. Otomobil yarışlarına katılan, aktörlük yapan, gitar veya herhangi bir müzik aleti  çalan, şarkı söyleyen hatta bu işi doktorluktan daha iyi yaptığına karar verip sadece bu alana yönelen doktorlar biliyorum ( siz de biliyorsunuz). Sosyal hayatta bir giderleri var yani... Bana öyle geliyor ki yaptıkları iş onlara sıkıcı geliyor.

İşte bu kadar doktor seven ben, son 2 ay içinde çeşitli sebeplerden 4 kez doktora gitmek durumunda kaldım. Sırasıyla; diş hekimi, cilt doktoru, jinekolog ve göz doktoru. Bünyeme bu kısa zaman dilimde bu doktor sayısı fazla geldi... Fazlasını da yazarak dışarı atıyorum.

Sırayla gittiğim doktorları kısaca anlatacağım.

Diş hekimine, diş taşlarımı ve lekeleri temizletmek için gittim. “Ooo dişleriniz pırıl, pırıl; tartar yok gibi leke de çok az, biz neler görüyoruz” deyip neredeyse aynı taşlar ve lekelerle 120 liramı alıp beni geri yolladı. Bu da sanırım uzmanından iltifat etme ücretiydi.

Cilt doktoruna dizimin biraz üzerinde beliren toplu iğne başı büyüklüğünde sertliğin ne olduğunu anlamak için gittim.  Randevu almaya çalıştığım hastanedeki tek cilt doktoru, profesör bir kadınmış. Peki madem deyip randevumu aldım. Dizimin üzerindeki sertlik görüntü itibariyle siğil değil, et beni değil, yağ bezesi değil! Ama ne?  Doktor da anlamadı. Fakat korkacak bir şey yokmuş. Geçmiş olsun diyerek beni uğurladı. Bunu para istemeyen annem de söylemişti oysa ki!

Jinekolog randevusu, rutin kontroller içindi yani sataşacak bir şey bulamıyorum.

Bir sabah gözlerim kanlanmış ve şişmiş bir şekilde uyandım. 2-3 gün Tobrased kullandım ama geçmiyor, doktora gittim. Doktorun odasına girdiğimde kızıyla telefondaki kavgasının sonlarındaydı. Kavgada son vuruşunu yaptı ve telefonu kapatıp bana hoşgeldiniz diyerek yer gösterdi. Sonra “aaaa gözleriniz kanlanmış” dedi. Yapma yaa! Sanki evine çaya gittiğim Ayşe Teyze bana yavrum gözlerin kızarmış diyor. Bunun için geldik ya işte! Toparlandı, şikayetiniz bu herhalde deyip muayene edeceği koltuğu gösterdi. O sırada gribal bir hastalık geçirip geçirmediğimi sordu “hayır” dedim. Genel bir salgın olduğunu ve gözümdeki hastalığın mikrobik olabileceğini söyleyip 2 farklı marka damla yazdı, “evde de havlularınızı ayırın” deyip beni uğurladı. Evdeki havluları ayırmak aklıma gelmediği için doktorun yanından vicdan azabıyla ayrıldım. İlaçlar 1-2 gün içinde etkisini gösterdi ve düzeldim. Aynı havluları kullandığımız ev halkı bir kaç gün takibimde kaldı ancak ya domuz gibi sağlamdılar ya da gözümdeki hastalık mikrobik değildi. Onlara hiç bir şey olmadı.


Bunlar yetmiyormuş gibi geçen hafta bir de besin zehirlenmesi geçirdim.  Doktora gitmeyeceğim diye inat edip evde ‘kendi imkanlarımla’ kusup iyileşmeye çalıştım. O gün bitki gibi dolaşıp sadece çorba ile beslendim. Takip eden gün ise su böreğinden başlayıp gün sonunu bir kebapçıda,  fındık lahmacunlu dönerli bir akşam yemeğinde noktaladım. Yani bir gün rötarla vücudun kaybettiği enerjiyi tekrar kazandıracak ana besin maddelerime geri döndüm. Doktora gitsem, serumla başlayan menü, haşlanmış patatesler, pirinç lapalarıyla kim bilir kaç gün sürecekti.


Görüldüğü gibi doktorlara saracak kadar canım da keyfim de yerinde şimdi. İnsan biraz kendinin doktoru olmalı değil mi? Kimisine serum iyi gelir, kimisine fındık lahmacun... 

26 Temmuz 2013 Cuma

Geriye dönüşlü anlatım denemesi; 1-2

10 ay önce

Uzun süredir görmediğim yengemi ziyaret ediyorum el öpüp hal hatır sormaya gitmişim. “Eeee Çiğdemcim…”  diyor (ve işte beklenen meşhur “ne zaman evleniyorsun” sorusu geliyor! Saygılı bir şekilde geçiştirme ve geri püskürtme cevaplarım hazırda bekliyor. Son 5-6 yıldır bu soruya profesyonel olarak cevap verebilecek donanıma sahibim zaten). 
Hoooop! Soru geliyor ama çalışmadığım yerden!
-Ne zaman emekli oluyorsun?
Hazırdaki cevaplarım boğazıma diziliyor.  “Eeee kocadın gittin sen de Çiğdem! Emeklilik bir çıkmaz sokak gibi karşında! Der gibi... Bu nasıl soru yaa?
-Bilmiyorum yenge hiç merak etmedim.
Ama ulan etmeli miyim acaba? Yengem benden ümidi kesmiş, evlilik sorusunun yerini emeklilik sorusu almış. Beterin beteri varmış meğer! Yengemle görüşmeyeli bir yıl olmuş, çok mu çöktüm acaba? Evet biraz göz torbası biraz da mimik çizgilerime sabahları yan gözle bakıyorum ancak göz göze gelmemeye çalışıyoruz. Yengem harbi kadın; kırışık, buruşuk, çizgi ile kaybedecek vakti yok. Genel değerlendirmeyi yapmış ve soruyor işte. Baya baya emekliliğimi soruyor işte?
Konuyu değiştirsem bu senenin trendlerinden, indirimlerden, erkeklerden falan konuşsak olmuyor mu? Daha olmadı “sensin emekli deyip” ağlayarak çıkayım bir daha da el öpmeye falan gitmeyeyim. Arılar soksun elini!

10 ay öncesinin  1 gün sonrası

Hemen ertesi gün Halama şikayet ediyorum yengemi. Hala can’dır. Hafif tebessüm ediyor, bakma sen ona, daha kuzusun sen diyor. Evet budur işte! Arka ayaklarımı attıra attıra koşup yanına gidip beee beee diye bağırabilirim. Halamı seviyorum, kuzusuyum onun.

Dün

118 70’den  gelen SMS’i okuyorum; ne zaman emekli oluyorsun? Bu, bana senli benli benli bir soru mu soruyor, yoksa bilmiyorsun ara da öğren, ben de, 90 yılların gece 12.00 den sonra yayınlanan reklamlardaki  “ara beni boya beni”  tarifesiyle faturana yansıyayım mı diyor?

Madem samimi konuşuyoruz ( ki sen başlattın) öyle devam edelim. Bu sms ile  hedef kitleye ulaşabildin mi sen? Örneğin ben; gencecik insanım ne emekliliği!  Halama sor istersen!

Bugün

Dayanamadım. Bu emeklilik sms’i başkasına geldi mi diye ofiste arkadaşlarıma sordum. Benden başka sadece bir kişiye gelmiş. Aynı yıl doğumluyuz diye kıllandım. Dayanamadım, internetten baktım. Öyle korktuğum gibi 1-2 sene içinde emekli falan olmuyormuşum. 54 yaşımı bekleyeceğim, yani yengeme posta koyduğum kadar (yapamasam da  içimden geçirdiğim kadar) varmış. Yani önümde emekliliğe daha uzuuun yıllar var.

Ve 1 ay sonra
Evleniyorum.

Ve artık yengemin karşısına başım dik, her sorusunun cevabı hazır bir şekilde çıkmaya hazırım.


28 Nisan 2013 Pazar

Safmışım, mafmışım ama...

Yan komşumuzun 7 yaşındaki oğlu Can, Süperman kostümüyle ortalarda dolanırken onu gören 6 yaşındaki  Emre yanına gidip “Can, menajerin olabilir miyim?” diye sordu. Olay gözlerimin önünde gerçekleşmese anlatana “yok artık! atıyorsun deyiverirdim. Kendi küçüklüğümü düşündüm ve dürüst olmak gerekirse açık ara saf ve salak olduğuma karar verdim.

Okuyun, siz karar verin.

Filmlerde vurulan adamların gerçekten öldüğüne inanıyordum. Aklımca bunu anlamlı hale getirmiş, idam mahkumlarını -ölecek olan adam- rollerinde oynatıp öldürdüklerine kanaat getirmiştim. Sonra biraz daha akıllanıp daha önce ölen adamların başka filmlerde tekrar, tekrar öldüğünü görünce ne düşüneceğimi bilemedim.

Radyoda sevdiğim bir şarkı çıktığında kapatırsam, açtığımda kaldığı yerden devam edecek sanıyordum.

Akşam eve geldiğinde ilk iş, tuvalete giden babamın iş yerinde tuvalet olmadığını düşünürdüm. Hatta bu yüzden bir gün ofisinde altıma işemişliğim var. Babam “bir gazoz daha içer misin yavrum?” diye sorup 5.gazozu ısmarlamaya kalktığında koyvermiştim. J

Kıyafetlerimin, büyüdüğümden değil, çekip küçüldüğünden olmadığını sanırdım.

Televizyonun İstiklal Marşı ile kapanışını bekleyemez uyuyakalırsam televizyon kapanmayacak sanıyordum. Sanki TRT, anam babamla işbirliği yapmış benim uyumam için mahsuscuktan İstiklal marşı ile programı kapatıyor... Megalomanlığın da bir sınırı olmalı!!!

“Hangi kapıyı çalsam karşımda buruk acı” şarkısındaki “burukacı”yı bir meslek erbabı zannediyordum. Simitçi, çaycı, davulcu gibi...

Bülent Ersoy’un gökkuşağının altından geçtiği için cinsiyetinin değiştirdiğini düşünürdüm. O yıllarda annemin anlattığı masallarda kahramanların başına zaman zaman böyle olaylar gelebiliyordu...

Yükseklik korkumuzun olmadığından emin olmak için kuzenimle, yaşadıkları 5 katlı apartmanın terasını çevreleyen duvarına çıkıp, dört köşe yürümüş ve yüksekten korkmadığımıza kanaat getirmiştik. Alın size, cesaretin cahillikle birleştiğinde ne kadar tehlikeli olabileceğinin en naif kanıtı!

Benden 6 yaş büyük ablam regl olduğunda   bir tuhaflık olduğunu anlamış ama ne olduğunu bir türlü kavrayamamıştım. Kendimce yaptığım “sinsi” gözlemlerim sonucu ablamın altına işediğine karar verip bütün ev halkına; “ablam altına işiyor, ablam altına işiyorrr” diye ilan etmiştim. Küçük kardeşler gerçek bir başbelası değil mi?

Akşamları evin karalık odalarından birine gitmek zorunda kaldığımda ışığı açıncaya kadar şarkı söylerek yürürdüm. Böylece içerde hırsız falan varsa korkup kaçacaktı elbet! “Amma bet sesi varmış küçüğün kaçalım hemen, ya da teslim olalım!”

Bayramlarda, elini öptüğümüzde, sütyeninden para çıkarıp veren komşu teyzelerin kazağının içinde özel bir cüzdanları olduğunu sanırdım. Bakkala, kasaba da ödemeyi böyle mi yapıyorlardı acaba? Tüm esnafın içi cımgışır valla!

Çocukluğumun aşkı Erol Evgin’in saçlarının peruk olduğunu söyleyen arkadaşıma inanmamış, Türk filmlerinde “senin baban yok! piçsin sen, piç!” dedikleri Sezercik moduna bağlamış, dünyaya kahretmiştim.

Safmışım, mafmışım amaa sevince de candan seviyormuşum be!

24 Şubat 2013 Pazar

Kamu denen şey neymiş?

Geçen hafta, çalıştığım şirketin Viyana yakınlarındaki fabrikalarından birini ziyaret edip döndüm. Viyana havaalanına dönüşümde; Avusturya’nın  karlar altında, irili ufaklı köylerinden ilerleyen 130-140 km’lik uzunlukta,  şehirlerarası bir yoldan geçtim.
Yol boyunca ne kadar çok yabani tavşan sürüsü, yırtıcı kuş, sülün sürüsü ve geyik gördüğümü anlatamam.
Bildiğin belgesel J

 


Tek bir tane ortak kelime konuşamadığımız araç şoförü, gördüğüm hayvan sürüleri karşısındaki şaşkınlığımı ve heyecanımı anlamış olacak ki sürüleri farkettikçe o da bana göstermeye başladı. Ben hala şehirlerin bu kadar yakınında bu vahşi hayvanların yaşadığına hatta tabiri caizse elini kolunu sallaya sallaya gezdiğine inanamıyorum. Bir ara, gördüklerimin doğruluğunu teyit etmeye çalışırken şoföre, tavşan ve  kuş taklidi yaparken buldum kendimi.  Samimiyetimden etkilenmiş olsa gerek, yolculuğumuz Viyana’ya kadar karşılıklı tavşan  ve sülün taklitleriyle geçti. Avusturyalı şoföre Türk halkını en iyi şekilde temsil ettiğimi düşünüyorum J


Eve döndüğümde  de internetten uzun uzun araştırdım okudum. Gördüm ki biz sokaklarımızdaki kediler ve köpeklerle birbirimize ne kadar alışkınsak onlar da işte öyleler. Ortada şaşılacak bir şey yokmuş!!! Durumu kendi “vahşi hayat görgüsüzlüğüme” verdim.

Neden doğayla uyumlu  bir topluluk olmadığımızı düşünmeye başladım. Aklı selim bir cevap veremedim.
Köklerimizden bahsederken hala orta Asya’dan geldiğimizi ve göçebe olduğumuzu neredeyse gururla söyleyebiliyorken yüzyıllardır yerleşik düzende yaşadığımız, Anadolu’ya haksızlık ettiğimizi düşünürüm. Diğer taraftan yerleşik düzene hala geçememiş hiç bir estetik kaygıdan nasibini almamış çirkin apartmanlar hatta gecekondular inşa edip içlerinde yaşamıyor muyuz? Peki  diyelim ki; bu göçebeliğimizin silemediğimiz genetik şifresi, tamam öyleyse, bari doğa ile uyum içinde, ona saygılı olmamız gerekmez mi?

Neden biz doğaya sahip çıkamıyoruz?  Neden bizim tavşanlarımız, sülünlerimiz doğada gezinirken izleyemiyoruz? Neden şehirlerde her yer beton? Kendi kendime bu soruyu sorup daha çok da üzülürken yahoo mailimde change.org’ dan gelen maili buldum.

Mailin konusu meclisin gündemindeki “Tabiat ve biyolojik çeşitliliği koruma yasası”. Yasanın başlığını okuyunca saf saf “aman dedim ne güzel artık bizde de iyi şeyler olabiliyor demek.” Yazının devamını okuyunca başlık ve içerik arasında bağı kuramadım.

Vazgeçmedim üzerinde çalıştım. Bakalım anlamış mıyım?

Tabiatı ve biyolojik çeşitliği koruma yasası neymiş? “Üstün kamu yararı” ve “sürdürülebilir kullanım” gibi ifadelerle inşaat ve enerji sektörüne milli arazilerimizin ekonomik kullanıma açılmasını sağlayacak olan yasaymış. Kamu denen şey neymiş? Gözü dönmüş Türk kapitalist girişimciymiş.

Böylece; kamu dediğimiz şey  kapitalist girişimciyse bu yasa da kamu yararınaymış diyebiliriz.

Lütfen okuyun ve imza verin.

3 Şubat 2013 Pazar

Happy Birthday

Bir doğum günümde, çiçeklerin sular seller gibi aktığı yıllardan birinde! Yani uzun yıllar önce J. İş yerindeyim. Gelen çiçekler arasında son derece zevkli beyaz güllerden oluşan bir arajman var. Baktım, kartında Necmi Rıza yazıyor. “Kim ki? Tanımadığım bir hayranım varmış meğer!”  dedim yüksek sesle. Departman müdürüm  Orhan Bey gülmekten öldü.
“Necmi Rıza Nişantaşı’nın meşhur çiçekçisidir” dedi. (Nereden bileyim ki! Ankara’dan gelmişim)
“İyi peki madem beni nereden tanıyormuş?” diye üsteledim(Karadenizli olmak hayatı bazen zorlaştırıyor).
Gerizekalılığıma dayanamadı, gelip yanıma çiçeğin üzerindeki gönderen kişinin kartını buldu elime tutuşturdu.
 “Öyle çiçekçi ismi mi olur yaaa!” dedim. Arayıp teşekkür etmek istesem! Yok, yok! Bu adamın karısıyla başı dertten kurtulmaz, değiştirsin dükkanın ismini! Diye şapşallığımı geçiştireceğini düşündüğüm abuk şeyler söylediğimi hatırlıyorum.

Yine bir başka doğum günüm. Masam çiçek böcek doldu. Benden bir gün önce doğum günü olan bir kız var, kutuda tek bir gül gelmiş, yazık. Edepsizce gidip dalga geçiyorum “ayy fakir bir genci sevdin galiba” diye...

Günün sonuna doğru bir de kırmızı güllerden oluşan nefis bir arajman geldi ama üzerinde hiç bir şey yok. Ne çiçekçi ismi, ne de gönderen kartı!
 “Aman ne güzel gizli bir hayranım var, şu monoton hayatıma bir renk geliyor!” diye sevindim.
Ancak gizli hayran spekülasyonlarım çok kısa zamanda suya, hatta çamura düştü.

Ertesi gün akşam üstü bir telefon geldi. Arayan abimin bir arkadaşının kardeşi ya da ‘dızdığının dızdığı dış kapının mandalı’ diyelim.  Hala duruma uyanmıyorum! Cahillik mutlulukmuş. İki selam sabah sonrasında çiçeklere teşekkür etmediğim için gelen bir sitem!
Veee nihayet durumu kavradım.  “İsim yok, kart yok! nereden bileyim” diye saldırgan bir savunmayla verilen bir cevap ve daha çok  da çiçek gönderenin kimliğinin ortaya çıkmasıyla uğradığım hayal kırıklığının agresifliği...  Kartla birlikte bir de CD varmış... İşkence bitmedi demek ki! CD nin elime geçmediğini söyleyerek doğum günümü hatırladığı için yarım yamalak teşekkür ettim.
Akşam işten çıkarken danışmaya sordum “dün bana gelen çiçekten düşmüş olabilecek bir kart ve ya  zarfı  var mıdır?”
 “Evet biz de sizi arayacaktık Çiğdem Hanım buyurun” deyip  bir zarf uzattılar.
Ben o zarfı alırrr senin... Yok yok  dalmadım çocuğa. Eve gidip CD’yi bilgisayara  taktım. Sezen Aksu’nun   ‘Su Gibi’ şarkısı çalmaya başladı. ‘Su gibi aktı yıllar... deryada bir damla kadar...’
 “Su gibi, bir içim kızsın” mı  diyorsun?   Yoksa şarkının devamına konsantre olup ‘yıllar sizden kim korkar’ kısmındaki  mesajı mı alayım? “Kocadın gittin ben yine de sana talibim mi diyosun?   Ne diyorsun ne? Bırakalım mesaj kaygısını sadece çiçek gönderelim bayramlardaki manili sms’lere çevirmeyelim olayı!

Bir doğum günü olayına bağladım farkındayım. Çünkü geçen ay doğumgünümdü, tüm bunlar geçti aklımdan ve yazmaya karar verdim.

Sonuncusunu anlatıyor ve gidiyorum.

Yine doğumgünüm, iş yerimdeki arkadaşlarım bana ortak bir hediye almışlar ve bir karta doğum günü mesajlarını yazıp altına imzalarını atmışlar. Hediyelerine teşekkür ettim. Masama oturdum kartımı açtım, okuyorum.

Klasik “nice mutlu yaşlar”, “iyi ki doğdun”, “doğum günün kutlu olsun” mesajları... Yüzümdeki  tebessüm müdürümün notunu okuyana  kadar sürdü “ Dünyanın en seksi yaratığına! Poponun hastasıyım.” Kulaklarıma kadar kızardım, sonra aklımı başıma toplayıp Güzin ve Mualla’nın masasına gözattım. Ağa yakalanmış bir hayvanı izler gibi beni izliyor ve kıs kıs gülüyorlar! Pes dedim ne hainsiniz böyle eşek şakası yapılır mı? Yarım saat boyunca birlikte güldük.

Sonraki haftalarda yazısını ve imzasını taklit ederek yazdıkları notu müdürümüze göstereceğimi söylerek onları tehdit ettim. Susma karşılığında da Ortaköy Nişantantaşı ve Taksim’de öğle yemeklerine fit olacağımı söyleyerek durumu kendi lehime çevirdim.


Hadi madem; rötarlı da olsa bana mutlu yaşlar J