Hollanda’ya, fabrikada yapılacak bir toplantıya gideceğim. Hollanda -toplantı falan kulağa havalı gelip sizi yanıltmasın. Hollanda’nın Almanya sınırında hiç bir özelliği olmayan bir köyüne gidiyorum adı Cuijk. Haksızlık etmeyeyim bir özelliği var aslında; Hollanda’nın en büyük bit pazarı oradaymış. (Bu bilgiyi paylaşmasam biraz daha havalı kalabilirdi sanki!) Amsterdam’a 100 km uzaklığında bir köy. Zaten Hollanda’nın bir ucundan diğeri ucuna olan toplam uzaklık da üç beş km daha fazladır o kadar!!!
İlk planda; şirketten satış müdürüyle birlikte gidilmesi kararlaştırıldı. Havaalanında karşılama istemedik. Amsterdam’dan araba kiralayıp otele ulaşırız diye plan yaptık. Ofisten ayrılmadan 15 dakika önce “kız arkadaşının babasının gözünün üzerinde kaşı varmış” gibi uyduruk bir bahaneyle gelemeyeceğini söyledi. Yola tek başıma koyuldum. Araba kiralama işi yattı. Otoyollarını, trafiğini bilmediğim ülkede araba kullanacak cesaretim yok.
Shciphol’da indim. Geleneği bozmayıp valizimi açıp aradılar. Valizimi çoğunlukla ararlar. Her seferinde giyeceklerim didik, didik. Sinir oluyorum. “Bir Matahari havası var kızım sende” diye kendimi teselli etsem de, didiklenen giyeceklerim donlarıma denk gelirse iki gün aynı çamaşırla gezer, elin adamları elledi diye valizdekileri de giyemem.
Havalanında indim. Zaten yarı yarıya Hollanda’lı sayılırım triplerinde tren gişesine gidip Cuijk için kaç farklı trene binmem gerektiğini, ne kadar süreceğini ve ne kadar tutacağını soracağım. Aldığım cevaba göre de taksi mi tren mi diye karar vereceğim.
Gişe görevlisine Cuijk’a gideceğim falan demeye çalışıyorum ama bu canına yandığım Hollandalı’ların gırtlaktan çıkardığı bir ses var ki Cuijk telafuzunda çok elzem bir şey! Görevli nereye gitmek istediğimi bir türlü anlamıyor. Sessiz sinema değil ki bölerek anlatayım. Aslında öyle daha kolay anlatırım ama gişeci annem mi beni nazlasın! kızımız konuşacak diye uzun uzun beklesin! Ben anlatmaya debelenirken “oohh ok Cuijk” deyip çat diye biletimi kesti bir de route planner tutuşturdu elime...
Neyse ki iki trenle gideceğim yere ulaşabiliyormuşum. Elimde biletim, bineceğim ilk treni bekleyeceğim bölüme gittim. Bir yandan duvarda bulunan haritadaki durakları kontrol edip kaç durak sonra inmem gerektiğini hesap ediyorum. Trenim geldi, bindim. Boş bir koltuk buldum. Yanımda rahmetli Cüneyt Gökçer’e benzeyen tonton bir adamcağız oturuyor. Nereden gelir nereye gidersin muhabbeti yaptık. Bereket versin Hollandalı değilmiş de Cuijk dediğim zaman nereyi kasttettiğimi şıp diye anladı. Bir sevindim, bir sevindim; yanağından makas alıcam neredeyse. Tam sohbet koyulaşacakken Flemekçe bir anons yapıldı, tren durdu, herkes inmeye başladı. Benim Cüneyt Gökçer Hollandalı değil, orada yaşayan bir Macar, dolayısıyla Flemenkçe biliyor. Bana “trende bir arıza olduğunu, başka bir trenle aktarma yakmamız gerektiğini anons ettiklerini” söyledi. İndik, yaklaşık yarım saat bekleyip gelen trene bindik. İki durak sonra ineceğini, benim hangi istasyonda inmem gerektiğini ve o istasyona kadar toplam kaç durak sayacağımı söyleyip iyi yolculuklar diledi, inmek için ayağa kalktı. Beş yaşında çocuk gibi hissediyorum “gitmese de beni adını becerip söyleyemediğim Cuijk kadar götürse... Yolda Cuijk demem gerektikçe benim yerime o söylese...” İnerken arkasından üzülerek el salladım.
Yeni istasyonun adını da mıh gibi aklımda tutuyorum. Yirmi, yirmibeş dakika yolculuktan sonra geldim ve indim. Saat nereeyse 20.30 olmuş, artık yorgunluğumu hissetmeye başladım. Beş-on dakika sonra bineceğim üçüncü ve son tren geldi. Bu trenle yolculuğum da on dakikada tamamlandı. Benimle birlikte altı-yedi kişi daha aynı istasyonda indi. Biri sağa biri sola derken hoop ortada kimsecikler kalmadı. Ana kapıdan, taksilerin olduğunu düşündüğüm yere çıktım ama dışarda değil taksi, ne bir araba, ne bir insan var! Kedi köpek bile yok bunların sokaklarında...
Saat olmuş nerdeyse 21.00 oteli arayıp bir araç göndermelerini isteyeyim diye düşüdüm ama otel rezervasyonu ile ilgili bir kağıt, bir not, hiç bir şey yok elimde! Otelin adını biliyorum, taksi bulsam söyleyip gidebilirim ama iş taksiyi bulmak. Hollandalı iş arkadaşlarımdan birini arasam sorsam ama hepsinin ofis telefonu kayıtlı! Saat olmuş 21.00 kimse işte değil. İstanbul ofisten birilerini arasam, onlar da çoktan evlerinde... Bir tek internetten girip otelin ismine ve telefonuna ulaşıp bilgi verebilirler. (Bu arada sen telefondan gir internete bak işte diyenler varsa sene 2001-2002 öyle telefondan internet falan yok)
Tüm bunları düşünürken bisikletiyle biri yanaştı. Selamlaştık. Adam o kadar siyah ki dişlerini ve gözlerinin beyazını görüyorum o kadar. “Buraya taksi nasıl çağırabilirim” diye sordum.
“Telefonum yok, senin varsa kullanıp çağırabilirim” dedi. Elimdeki telefonu uzattım ama bir taraftan da telefonu alıp gitse arkasından yetişemem. Üzerimde takım elbise, ayağımda topuklular, elimde minik çekçekli bir valiz, el çantam, bilgisayarım... zaten yorgunum... Yok, yok koşamam! Telefonumu çaldı diye bağıracak canım bile yok! Hem kimsecikler yok kime duyuracağım sesimi?
Telefonu aldı, bir yeri aradı, konuştu, kapatıp bana geri uzattı. Taksi çağırdığını söyledi. Nereden geldiğimi, nerede çalıştığımı falan sordu. Bu arada Hollandalı’lara bayılıyorum; hemen, hemen hepsi İngilizce konuşuyor. Yabancı bir ülkede bu gerçekten süper bir konfor. Neyse ben ne yaptığımı nerede kalacağımı söyledim. “Otelde kalmana gerek yok, istersen bende kalabilirsin” dedi.
Anaaam korku filmi başladı!!! Ya taksi çağırmadıysa! Ya çağırdığı taksi değil de onun suç ortağıysa! ve beni kimbilir nereye götürüp neler yapacaklarsa... Kendimce gerildiğimi belli etmeden ve kibarlığı bozmadan otelin parasının şirket tarafından ödendiğini, arkadaşlarımın beni orada beklediğini, hatta merak etmiş olabileceklerini falan söyledim.
Öyle bir şey yok tabi! Toplantıya gelen başka ülkelerden insanlar var ama kimse, kimin kaçta gelip gideceğini bilmez ve kimse de beni merak etmez.
Aman Allahımmm!!! Kimse beni merak etmez! Bu adını bile söyleyemediğim yerde başıma kötü şeyler gelecek ve öleceğim. Yıllar sonra ailem bile “bir de ufak kızımız vardı Hollanda’nın bit pazarı köyünde başına kötü şeyler geldi kaybettik kendisini” diye yasımı tutacaklar...
Nazik daveti için çok teşekkür ettim. Benden ümidi kesmesin diye “inşallah bir sonraki sefere” demeyi de ihmal etmedim. Bendeki şapşallığa bak! adama havuç göstererek ümitlerini canlı tutup hayatta kalacağımı mı sanıyorum???
Bu arada tekrar telefonumu rica etti, bir arkadaşını arayacakmış... Tamam işte! benden ümidi kesip tekrar telefonumu çalmaya karar verdi! Uzattım. Telefonu aldı, biraz telefona baktı sonra “arkadaşımın numarası aklımda değil ki” deyip telefonu geri uzattı. Allah Allah! çalmaktan yine vazgeçti.
Bu esnada araba geldi. Bayağı bildiğimiz taksi; yan kapılarında ait olduğu firma bilgileri yazıyor. Beyaz dişe teşekkür edip taksiye bindim. Gideceğim oteli söyledim, otele varıncaya kadar da arabanın içinde gergin oturdum. Odaya çıkıp kendimi yatağın üzerine attım. O bindiğim trenlerin hepsi üzerimden geçmiş gibiydi.
O gün gereksiz yere mi kendimi korkutmuş Beyaz Diş’in günahını almıştım, yoksa kazasız belasız sıyırdıysam bu annemin duaları sayesinde miydi hala bilmiyorum. Bildiğim şu ki; yaklaşık 2200 km’yi 3,5 saatte, 100 km’yi de 3 saatte katederek enteresan bir yolculuğa imza atmış oldum.
Son dakika planı değiştirip beni trenlerde süründüren iş arkadaşım da payına düşen hayır dualarımı aldı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder