25 Şubat 2012 Cumartesi

Gülü bir gün seni her gün...


1929 Alfred Hitchcock yapımı ‘Şantaj’ isimli siyah-beyaz, sessiz bir korku filmine bilet aldım. İstanbul Film Festivali gösterimlerinden biri, sene 1999. Film Emek Sineması'nda. Salonun içinde, İngiliz Oda Orkestrası da filme müzik yapacak. Biletler locadan; çook entelimm çoook! Normalde ustalara saygı kuşağında televizyonda oynasa yemin ederim seyretmem ama burada konu başka.

İki üç kez çıktığım, her görüşme teklifinde farklı fikirlerle gelip beni şaşırtan ve kendimi bu konuda geliştirmeye zorlayan biri var. Film festivalinden acayip bir film seçeyim, benim de entersan  fikirlerim var diye kanıtlayayım, kusur kalmayayım niyetindeyim.

İş çıkışında buluşup birşeyler atıştırıp sonra filme gitmek üzere plan yaptık. Yeri ben sectim. Bahçesinde güller, sarmaşıklar olan, mis kokan yetişkin ıhlamur ağaçları altında oturulan, fıskıyeli mini mermer havuzundan kumruların su içtiği nefis bir yer.

Vaktinden erken gittim. Bu beni çok hevesli ve sabırsız gibi gösterecek olsa bile umurumda değil! Ben çayımı, kahvemi içip bahçenin keyfini çıkartmak istiyorum. Bahçe o kadar güzel ki! işi çıksa gelemese  ne kızacak ne bozulacak ne de üzüleceğim.

Daha sipariş ettiğim çay gelmeden bahçeye açılan kapıda gözüktü. Yerimden kalktım; tokalaştık, öpüştük tam sandalyeme geri oturacağım “Bunu sana getirdim” diye  siyah nalbur poşeti gibi bir naylon torba uzattı. Bana bir şey getirmesi çok nazik ancak siyah naylon torba ne kadar çirkin ne kadar özensiz anlatam ama içinden güzel bir paket içinde bu değişik fikirlerin sahibinden yine beni şaşırtacak bir hoşluk çıkacağı kesin! Teşekkür edip uzattığı torbayı aldım.

Aklımdan hediyeyi tahmin etmek için bir sürü fikir gelip geçiyor. Sessizce ve kendi kendime oynadığım bu tahmin oyununda eğer aldığı şeyi düşünebilirsem kendimce oyunda beraberlik sağlayacağım. Böylece “sen orijinal biri olabilirsin ama ben de aklından geçen fikirleri tahmin edecek kadar zeki ve  öngörülüyüm” diyebileceğim.

Torbayı açtım, içinden bir tane pembe bir gül çıktı çıkartıp alacağım ama o kadar ağır ki!  Torbayı sıyırdım gül hala hayatta! Köküyle, toprağıyla hatta içinde yetiştirildiği siyah naylon poşetiyle kanlı canlı  karşımda...

“Sana çiçek almak istedim ancak bir tek bunu bulabildim, kesip tek gül olarak getirebilirdim ama bu defa da çiçeğe kıyamadım. Eğer istersen koparabilirsin  veya koparmayıp bahçene dikebilirsin” dedi.

Güle kıyamamışsın ama bana kıyıyorsun öyle mi? Zaten poşete, torbaya, yanımda ekstra bir şey taşımaya kıl bir insanım! Beni bu torbayla mı gezdireceksin İstiklal Caddesi’nde? Çiçek benim olduğununa göre benim taşımam icab eder! Al sen taşı diyemem! Desem hediyesinden hoşlanmadığımı anlar. Anlasın ne olacak? Yok anlamasın!  “İnceliğimi hassas ruhumu anlamadı ne kaba şeymiş” demesin arkamdan.

“Çok teşekkür ederim ne kadar düşüncelisin. En güzeli bahçeye dikmek” dedim. Yemek için birşeyler söyledik sohbet ettik. Benim aklım çiçekte kaldığı için sohbete falan konsantre olamadım. Sinema saatine yaklaşırken hesabı istedik. Ayrılırken çiçeğimi unutmuş gibi yapacağım; normal bir çiçek gibi masanın üzerinde tutamadığımız için sandalyemin yanında yerde duruyor. Kolaylıkla unutulabilir!

Daha iki adım attım “çiçeği unuttuk” dedi . “Aaaah evet yaa nasıl da unuttum!”  (Unutmadım bıraktım ayol! unutulacak çiçek mi o? Bak 100 yıl geçmiş hala hatırlıyorum!) Çiçek torbası elimde, bir taksi durdurup bindik. Arkaya oturduk. Ortamızda gülümüz! Hava alsın diye çiçekli kısmını torbanın dışına çıkarttım.

Adeta evcil hayvanımız gibi aramızda oturuyor, bizimle sinemaya geliyor. Bir isim versek! Hatta bahçeye falan dikmesem de mobilitesini kaybetmese! Yine çıkarsak yanımıza alırız.

Bütün bu abuk subuk şeyleri düşününce bir süre sonra beni bir gülme aldı. Katıla katıla gülüyorum. Durmaya çalışıyorum ama aramızdaki gülü gördükçe daha çok gülüyorum. Taksim’e geldik, taksiden indik. Temiz hava alınca sakinleştim.

Gül, böyle aramızda, takside  gidiyoruz...  Biz-gül-taksi şeklinde  ebelek gübelek bir açıklamayla neden güldüğümü anlatmaya çalışsam da çok başarılı olduğumu sanmıyorum.

Emek sinemasına geldik. Son umudum; “salona evcil hayvan ve köküyle gül almıyoruz” diye birinin bizi durdurmasıydı. Olmadı tabi.. Filmi de baştan sona hep birlikte izledik.

Gülü  hafta sonu bahçeye diktim. Gülün hikayesini duyan arkadaşlarım haftalarca, Falım sakızını aratmayan güllü manilerle benimle dalga geçti.

Ben, çok kısa bir sürede değişik fikirlerden çok fazla hazetmediğime karar verdim. Gül de yerini sevmese gerek benim bahçede uzun yaşayamadı.

24 Şubat 2012 Cuma

Özeleştiri

Bloğum var! Okuyun! Aman üye olun! Aman arkadaşlarınıza da haber verin!
Her gün gir bak; gelen giden var mı, kaç kişi ziyaret etmiş? Nedir son durum?
Nazımın geçtiklerine “ayy aşkolsun hala takip etmiyosun!” diye trip at, olmadı küs, yok tehdit et.
Ne zormuş! Ne yorucuymuş!
Yazar olmak zaten ne haddime de mafya olmaya doğru gidiyorum J İşiniz düşerse yardıma hazırım; bunaltırım, daraltırım, adamın sıtkını sıyırır istediğinizi alırım.

19 Şubat 2012 Pazar

Telaffuz edebilene aşkolsun!



Hollanda’ya, fabrikada yapılacak bir toplantıya gideceğim. Hollanda -toplantı falan kulağa havalı gelip sizi yanıltmasın. Hollanda’nın Almanya sınırında hiç bir özelliği olmayan bir köyüne gidiyorum adı Cuijk. Haksızlık etmeyeyim bir özelliği var aslında;  Hollanda’nın en büyük bit pazarı oradaymış. (Bu bilgiyi paylaşmasam biraz daha havalı kalabilirdi sanki!)  Amsterdam’a 100 km uzaklığında bir köy. Zaten Hollanda’nın bir ucundan diğeri ucuna olan toplam uzaklık da  üç beş km daha fazladır o kadar!!!

İlk planda; şirketten satış müdürüyle birlikte gidilmesi kararlaştırıldı. Havaalanında karşılama istemedik. Amsterdam’dan araba kiralayıp otele ulaşırız diye plan yaptık. Ofisten ayrılmadan 15 dakika önce “kız arkadaşının babasının gözünün üzerinde kaşı varmış” gibi uyduruk bir bahaneyle gelemeyeceğini söyledi. Yola tek başıma koyuldum. Araba kiralama işi yattı. Otoyollarını, trafiğini bilmediğim ülkede araba kullanacak cesaretim yok.

Shciphol’da indim. Geleneği bozmayıp valizimi açıp aradılar. Valizimi çoğunlukla ararlar. Her seferinde giyeceklerim didik, didik. Sinir oluyorum. “Bir Matahari havası var kızım sende” diye kendimi teselli etsem de,  didiklenen giyeceklerim donlarıma denk gelirse iki gün aynı çamaşırla gezer, elin adamları elledi diye valizdekileri de giyemem.

Havalanında indim. Zaten yarı yarıya Hollanda’lı sayılırım  triplerinde tren gişesine gidip Cuijk için kaç farklı trene binmem gerektiğini, ne kadar süreceğini ve ne kadar tutacağını soracağım. Aldığım cevaba göre de taksi mi tren mi diye karar vereceğim.

Gişe görevlisine Cuijk’a gideceğim falan demeye çalışıyorum ama bu canına yandığım Hollandalı’ların gırtlaktan çıkardığı bir ses var ki Cuijk telafuzunda çok elzem bir şey! Görevli nereye gitmek istediğimi bir türlü anlamıyor. Sessiz sinema değil ki bölerek anlatayım. Aslında öyle daha kolay anlatırım ama gişeci annem mi beni nazlasın! kızımız konuşacak diye uzun uzun beklesin! Ben anlatmaya debelenirken “oohh ok Cuijk” deyip çat diye biletimi kesti bir de route planner tutuşturdu elime...

Neyse ki iki trenle gideceğim yere ulaşabiliyormuşum. Elimde biletim, bineceğim ilk treni bekleyeceğim bölüme gittim. Bir yandan duvarda bulunan haritadaki durakları kontrol edip kaç durak sonra inmem gerektiğini hesap ediyorum. Trenim geldi, bindim. Boş bir koltuk buldum. Yanımda rahmetli Cüneyt Gökçer’e benzeyen tonton bir adamcağız oturuyor. Nereden gelir nereye gidersin muhabbeti yaptık. Bereket versin Hollandalı değilmiş de Cuijk dediğim zaman nereyi kasttettiğimi şıp diye anladı. Bir sevindim, bir sevindim; yanağından makas alıcam neredeyse. Tam sohbet koyulaşacakken Flemekçe bir anons yapıldı, tren durdu, herkes inmeye başladı. Benim Cüneyt Gökçer Hollandalı değil, orada yaşayan bir Macar, dolayısıyla Flemenkçe biliyor. Bana “trende bir arıza olduğunu, başka bir trenle aktarma yakmamız gerektiğini anons ettiklerini” söyledi. İndik, yaklaşık yarım saat bekleyip gelen trene bindik. İki durak sonra ineceğini, benim hangi istasyonda inmem gerektiğini ve o istasyona kadar toplam kaç durak sayacağımı söyleyip iyi yolculuklar diledi, inmek için ayağa kalktı. Beş yaşında çocuk gibi hissediyorum “gitmese de beni adını becerip söyleyemediğim Cuijk kadar götürse... Yolda Cuijk demem gerektikçe benim yerime o söylese...” İnerken arkasından üzülerek el salladım.

Yeni istasyonun adını da mıh gibi aklımda tutuyorum. Yirmi, yirmibeş dakika yolculuktan sonra geldim ve indim. Saat nereeyse 20.30 olmuş, artık yorgunluğumu hissetmeye başladım. Beş-on dakika sonra bineceğim üçüncü ve son tren geldi. Bu trenle yolculuğum da on dakikada tamamlandı. Benimle birlikte altı-yedi kişi daha aynı istasyonda indi. Biri  sağa biri sola derken   hoop ortada kimsecikler kalmadı. Ana kapıdan, taksilerin olduğunu düşündüğüm yere çıktım ama dışarda değil taksi, ne bir araba, ne bir insan var! Kedi köpek bile yok bunların sokaklarında...

Saat olmuş nerdeyse 21.00 oteli arayıp bir araç göndermelerini isteyeyim diye düşüdüm ama otel rezervasyonu ile ilgili bir kağıt, bir not, hiç bir şey yok elimde! Otelin adını biliyorum, taksi bulsam söyleyip gidebilirim ama iş taksiyi bulmak. Hollandalı iş arkadaşlarımdan birini arasam sorsam ama hepsinin ofis telefonu kayıtlı! Saat olmuş 21.00 kimse işte değil. İstanbul ofisten birilerini arasam, onlar da çoktan evlerinde... Bir tek internetten girip otelin ismine ve telefonuna ulaşıp bilgi verebilirler. (Bu arada sen telefondan gir internete bak işte diyenler varsa sene 2001-2002 öyle telefondan internet falan yok)

Tüm bunları düşünürken bisikletiyle biri yanaştı. Selamlaştık. Adam o kadar siyah ki dişlerini ve gözlerinin beyazını görüyorum o kadar. “Buraya taksi nasıl çağırabilirim” diye sordum.
Telefonum yok, senin varsa kullanıp çağırabilirim” dedi. Elimdeki telefonu uzattım ama bir taraftan da telefonu alıp gitse arkasından yetişemem. Üzerimde takım elbise, ayağımda topuklular, elimde minik çekçekli bir valiz, el çantam, bilgisayarım... zaten yorgunum... Yok, yok koşamam! Telefonumu çaldı diye bağıracak canım bile yok!  Hem kimsecikler yok kime duyuracağım sesimi?

Telefonu aldı, bir yeri aradı, konuştu, kapatıp bana geri uzattı.  Taksi çağırdığını söyledi. Nereden geldiğimi, nerede çalıştığımı falan sordu. Bu arada Hollandalı’lara bayılıyorum; hemen, hemen hepsi İngilizce konuşuyor. Yabancı bir ülkede bu gerçekten süper bir konfor. Neyse ben ne yaptığımı  nerede kalacağımı söyledim. “Otelde kalmana gerek yok, istersen bende kalabilirsin” dedi.

Anaaam korku filmi başladı!!! Ya taksi çağırmadıysa! Ya çağırdığı taksi değil de onun  suç ortağıysa! ve beni kimbilir nereye götürüp neler yapacaklarsa... Kendimce gerildiğimi belli etmeden ve kibarlığı bozmadan otelin parasının şirket tarafından ödendiğini, arkadaşlarımın beni orada beklediğini, hatta merak etmiş olabileceklerini falan söyledim.

Öyle bir şey yok tabi! Toplantıya gelen başka ülkelerden insanlar var  ama kimse, kimin kaçta gelip gideceğini bilmez ve kimse de beni merak etmez.

Aman Allahımmm!!! Kimse beni merak etmez! Bu adını bile söyleyemediğim yerde başıma kötü şeyler gelecek ve öleceğim. Yıllar sonra ailem bile “bir de ufak kızımız vardı Hollanda’nın bit pazarı köyünde başına kötü şeyler geldi kaybettik kendisini” diye yasımı tutacaklar...

Nazik daveti için çok teşekkür ettim. Benden ümidi kesmesin diye “inşallah bir sonraki sefere” demeyi de ihmal etmedim. Bendeki şapşallığa bak! adama havuç göstererek  ümitlerini canlı tutup hayatta kalacağımı mı sanıyorum???  

Bu arada tekrar telefonumu rica etti, bir arkadaşını arayacakmış... Tamam işte! benden ümidi kesip tekrar telefonumu çalmaya karar verdi!  Uzattım. Telefonu aldı, biraz telefona baktı sonra “arkadaşımın numarası aklımda değil ki” deyip telefonu geri uzattı. Allah Allah! çalmaktan yine vazgeçti.

Bu esnada araba geldi. Bayağı bildiğimiz taksi; yan kapılarında ait olduğu firma bilgileri yazıyor. Beyaz dişe teşekkür edip taksiye bindim. Gideceğim oteli söyledim, otele varıncaya kadar da arabanın içinde gergin oturdum. Odaya çıkıp kendimi yatağın üzerine attım. O bindiğim trenlerin hepsi üzerimden geçmiş gibiydi.

O gün gereksiz yere mi kendimi korkutmuş Beyaz Diş’in günahını almıştım, yoksa kazasız belasız sıyırdıysam bu annemin duaları sayesinde miydi hala bilmiyorum. Bildiğim şu ki;  yaklaşık 2200 km’yi 3,5 saatte, 100 km’yi de 3 saatte katederek enteresan bir yolculuğa imza atmış oldum.
Son dakika planı değiştirip beni trenlerde süründüren iş arkadaşım da payına düşen hayır dualarımı aldı.

14 Şubat 2012 Salı

Yorumsuz



Bir masaldayım sanki ... Bir rüyayı yaşıyorum... gibi cümleler kuramadım hayatta. Bunların yerine kendimi sıklıkla bir fıkranın ortasında buldum.
Gerçekten!
Biraz yakınlarımdan bahsedeyim, kararınızı siz  verin.
Şirketimizin kuruluşunun 100. yılını kutlamak için hediye edilen saatimi, bana büyük geldiği için kendisine götürdüğümde “peki şirket sana ne verdi?” diye soran bir babam var.

Ayağındaki ağrıdan şikayetle doktara giden, doktorun “artık yaşlılık emareleri bunlar asla tamamen iyileşmez” demesi üzerine “peki diğer bacağım yaşlı değil mi?” diye doktora hesap soran kadim aile dostumuz bir  Ali Amcam var.

Bacağı kırılan köpeğini veterinere güvenmediği için çocuklarının doktoruna götüren bir kuzenim var.

Eve, anahtarlarıyla girdikten sonra!!! ev anahtarını arabada unuttuğunu düşünüp geri dönen ama bu defa ev anahtarı gerçekten unuttuğu için sokakta kalan bir ablam var.

Akşam susadığı için uyanıp  bardağa su doldurmaya üşendiği için mutfak tezgahında duran dolu bardağı bir dikişte yarılayıp, sonra kızartmadan kalan yağ olduğunu anlayıp kusan biri var ki o benim.

Yeğeninin gereğinden fazla zayıfladığını düşünüp onu uyarmak için “Yasemin! o çenelerin tezgahtaki lahanayı keser” diyen  bir kuzenim var.

Sigarasını ters yakıp, sonra ikram edenler ters tuttuğu için böyle olduğunda ısrar eden bir can arkadaşım var.

Çevresindekiler “Hoca” diye hitap ettiği için babasının adını hiç öğrenememiş, ilkokula başladığında öğretmeni sorduğundaysa  babamın adı baba” diye karşılık veren bir kuzenim var.

Davetli olduğu düğüne bir hafta önce gidip kimseleri bulamayınca ne olduğunu anlayamayan biri daha var ki! o da benim.

6-7 yaşlarında, Almanya’dan döndüğünde, sokakta oynadığı çocukların küfürlerine sinirlenip yeterince Türkçe bilmediği  için “sizi gidi fakirler” deyip hadlerini bildiren!!! bir kuzenim var.
Emniyet kemeri zorunluluğun başladığı ilk yıllarda doktora götürülmek için bindirildiği arabada kemeri bağlandığı için “beni niye bağlarsınız, ben deli miyim uşağım?” diye kızan rahmetli bir babaannem var. Nur içinde yatsın.

3-4 yaşlarındaki oğlu yemek masasında ard arda pırt yaptığı için sinirlenip “eeeeehh s.ç oğluum” diye gerekli ikazı yapan  bir komşumuz var.
80 yaşındaki anneannesini uçakla tek başına Trabzon’a yollayıp havaalanında karşılaması için de 85 yaşındaki büyük amcasını organize eden bir arkadaşım var.

Salondaki büfe içindeki viski şişesinin çayla doldurulduğundan emin ama diğer taraftan ortaokuldaki sınıf arkadaşlarına hava atmak için; “hem sek içer hem fondip yaparım” tribiyle bir dikişte bardağı bitiren ve içindekinin gerçek olduğunu anlayıp önce yeşile dönen ve sonra kusan bir kuzenim var.

Ve daha hatırlayamadığım kim bilir, kimler var... Buradan hepsini sevgiyle selamlıyorum.

5 Şubat 2012 Pazar

Heyecan yaşta değil baştadır

Gül gibi işimi bırakıp İngilizce öğreneceğim diye dere depe düz gitmiş, dönmüştüm.
Tekrar çalışmaya başlayacağımı düşündüğüm iş yerimde, yurdumuzun bitmeyen  krizlerinden biri daha patlak verdiğinden her iki kişiden biri çıkartılmış, pek çok arkadaşım işssiz kalmıştı. “Döndüğünde birlikte çalışcağız” diyen müdürüm de bu süreçte istifa etmiş, dolayısıyla dönebileceğim bir işim kalmamıştı.

Olayın vehametini çok anlayamadığım için bir iki ay gevrek, gevrek dolaştım. Bu esnada da keyfe keder iş arayıp bir yandan da yaz mevsiminin keyfini çıkarıyordum. Hatta çocukluk arkadaşım da (hani birlikte masaj salonunda işe başlayacağımız) sağolsun beni yalnız bırakmayıp istifa etti. Ancak bu kadar kötü gün dostu olunur! Haftalarca ya onda, ya bende yiyip içip yaydırıp keyfe keder iş aradık.

Bir süre sonra aklım başıma geldi. İş başvurularından ne arayan var ne soran vardı! Kriz gerçekmiş!

Artık “keyfe kederin”, keyfe kısmı tamamlandı ve keder kısmına geçildi. Panik vaziyette iş arıyorum. Olmayacak yerlere iş başvuraları yapıyorum. İstanbul’un en uç noktalarındaki iş yerlerine görüşmeye gidiyorum.

“Çok da uzakmış eviniz”
“Sevisimiz yok.
Ulaşımınız rahat mı?”
(Görüyorsun adresimi çağırma o zaman mülakata! Hem ben mi uzağım? İstanbul’un göbeğinde yaşıyorum ayol! Sensin uzak!)
İçimden böyle geçse de; imanımın gevrediğini çaktırmamaya çalışarak “evet, evet otobüsle ama oturarak geldim” gibi saçma cevaplar veriyorum. Ayakta gelmiş olursam namusuma bir zeval gelip  gelmediği ile ilgili konu açılmasın diye önlem! Sanki işe eleman değil de oğullarına gelin arıyorlar... Olsun! Ben kapıyı aralık bırakayım; “işe almazsanız bari oğlunuza alın, bütün birikmiş param suyunu çekti, yardımcı olun” diyeceğim.

Orası burası derken, beş ayın sonunda aklımı başıma topladım. Sadece evime yakın diye hiç aklımın ucundan geçmeyecek; tekstil firmalarına hammadde tedarik eden bir mümessil firmada, çalışmaya başladım. Çok fazla da seçeneğim yoktu zaten.
Eğitimli ve kibar insanların olduğu, 8-9 kişilik küçük bir firmaydı.

Aile gibi olduklarını, çalışanların her biri ile uzun yıllardır birlikte olduklarını, çalışan motivasyonuna inandıkları için kutlamalara önem verdiklerini vs. anlattılar.

İşe başlayıp masamın yanındaki dolabın içini görünce samimi olduklarını anladım. Dolap, dolap değil içki mahseni gibiydi. Zaten dolap demek de yetersiz olur; odanın dörtte biri büyüklüğünde koskocaman bir gömme dolap! İlk gün akşamı bana hoşgeldin demek için saat 5.00 de bilgisayarlar kapandı, içkiler açıldı, şerefeler  yapıldı hayırlı olsun dendi.

Sonraki günlerde en fazla bir gün arayla kutlanacak birşeyler  hep oldu.; yeni bir iş bağlantısı, bir doğum günü, şirketin kuruluş yıldönümü...

Haftanın en az iki-üç günü şirketten çakırkeyif ayrılıyoruz. Ay sonunda maaş vermeyecekler diye ödüm kopuyor. Hanım kızım;  “Söz verdiğimiz maaşı size içki ve kuruyemiş olarak ödedik”  Olur mu, olur!

Şirketin danışmanlığını  yapan 70-75 yaşlarında pinpon bir Fırat Bey’imiz var. Haftada bir, en fazla iki gün geliyor. Vakti zamanında hatırı sayılır şirketlerde genel müdürlük yapmış, kısa boylu, göbekli, pantolon askılı, pinpon mu pinpon biri Fırat Bey. Ziyaretleri öğle saatlerine denk gelirse, yemekten sonra girişteki deri koltukta bir saat öğlen uykusu yapmakta da sakınca görmüyor.

Pinpon Fırat bir Cuma günü ofise geliyor. Meğer o gün doğum günüymüş. İzzet, ikram her zamankinden zengin. Mumlar üfleniyor. Şerefine kadehler kalkıyor ama ısrarla yaşını söylemiyor.  Belli ki konu hassas. Söylese de zaten hep bir ağızdan “ Aaaaaa hiiiiiç göstermiyorsunuz” diyeceğiz.  Fıkralar, şakalar, şerefeler... Tonton Fırat kutlamalardan yorgun düşüp yine koltuğunun kenarında kvrılıyor. Artık o koltuğa oturamaz oldum. Sanki adamcağızın yatağına oturuyorum gibi hissediyorum.

Sonraki hafta Pinpon Fırat’tan bana bir mail  geliyor. İstanbul dışına çıkacağını, gitmeden önce Sabic işi ile ilgili birkaç konuyu bana aktarması gerektiğini söylüyor. Peki deyip kendisinden haber beklediğimi söylüyorum.

Bir sabah 10.30-11.00 gibi geliyor, işin aşamalarını anlatıyor. Beklentimizi ve gelebilecek farklı cevaplara istinaden bizim stratejimizin ne olması gerektiğini vs. detaylarıyla aktarıyor. Bir şey sormam gerekirse cep telefonundan her zaman arayabileceğimi söylüyor. Teşekkür ediyorum.

“Öğlen yemeğe çıkacak mısın? birlikte gidelim” diyor. “Tabi memnuniyetle” diyorum. “Peki o zaman ben önden gideyim, sen arkadan gel, otoparkta buluşalım. Ofisten birlikte çıkmak uygun olmaz, geçen doğum günü partimde senden hoşlandığımdan şüphelendiler zaten” diyor.

Ne oluyoruz ya! Arada neyi kaçırdım? “Doğum günü partisinde benden hoşlandığından şüphelenmişlermiş!”  Ne diyorsun amca? Ortada şüphelenecek bir şey varsa her fırsatta uyumana sebep bir uyku sineği tarafından ısırılıp ısırılmadığın olabilir! “Ben önden gideyim, sen arkadan gel” de ne ya! 40-50 sene öncenin modası bu muymuş?

Güleyim mi? Sinirleneyim mi? Üzüleyim mi? Ulan andropoz! Kendine gel dedem yaşındasın, sana mı kaldım diye dalayım mı? Ne yapayım bilemedim. Ben bunları düşünürken o ofisten çıktı.

Çantamı ve ceketimi aldım, ben de peşinden çıktım. Bazı erkelerin andropozla birlikte testesteron ve zeka seviyesinin paralel olarak azaldığına ve o hallerini, kendilerinin 20’li 30’lu yaşlarına gösterme şansımız olsa, hiç düşünmeden kendilerini vurabileceklerini düşündüm. Bu defa beni bir gülme aldı. Bu manidar davetten çok memnun olduğum fikrine kapılmaması için yanına ulaşmadan bu ruh halinden çıkmam lazım! Bir yandan da bu “romantik!” buluşmamızın içerebileceği diyalogları ve  mevzuyu nasıl bertaraf edeceğimi düşünmeye başladım.

Otopark’a ulaştım. Baktım, arabasına binmiş beni bekliyor. Esentepe tarafında güzel bir İtalyan restoranı bildiğini oraya gideceğimizi söyledi.

Arabayla yarım saatten fazla dolaştık ama restoranı bulamadı. En sonunda Profilo AVM’nin içinde bir yere gittik. Aradığı yeri bulamadığı için güveni kırılmış, keyfi kaçmıştı. Mutsuz, mutsuz yemeğini yedi, çok az konuştu.
O heyecan fırtınası buraya kadar mıydı yani? Bitti mi? Aman şahane! Durum, onun için acıklı benim içinse  harikaydı! Tam istediğim gibi; aşkımız başlamadan bitti.

Sonrasında ne mi oldu? Bu “happy hours” şirketindeki kariyerim, görüştüğüm firmalardan birinden gelen teklife kadar, yaklaşık 3 hafta kadar sürdü.  
Güzel şeyler kısa sürermiş J