17 Mart 2012 Cumartesi

Aşağıda Brad Pitt var deseler inmem


Bir İngiliz, bir Fransız, bir de Laz diye başlayan memleketim fıkralarından biraz daha hallice bir grupla; bir Koreli bir Kolombiyalı bir de Laz olarak geziyoruz. Sınıf arkadaşıyız. Okuldan sonraki vakitlerde gezmek için yaptığımız bir listemiz var. Görülesi yerler listesi! Hepimizin görmeye çok heves ettiği ancak birbirimize de çok çaktırmamaya çalıştığı bir yer var ki; oraya gitmeyi biraz daha sıcak havalara erteliyoruz. Mayıs ayını zor ettik ve dedik artık vaktidir haydi gidelim.
British Columbia Üniversitesi’nin kampüsü içerisinde Pasifik Okyanusunda bir plaj. Efendim 7 km uzunluğunda bir sahili varmış, gün batımı nefismiş, çok bakirmiş, daha da önemlisiiiii... kıyafet giyip giymemek isteğe bağlıymış!  Okuldan tek vasıta ile üniversiteye ulaştık, kampüsün içinde indik. Onların, Antropoloji Müzesi dediği, benimse Kızılderili Müzesi olarak adlandırdığım bir müze varmış, onu da gezdik.
Eee hadi artık bu kadar kültür ve ağırbaşlılık yeter,  neredeymiş bu plaj diye müzedeki görevliye sorduk. Çok kısa bir şekilde tarif etti; “300 mt düz devam edin, solda ağaçların arasında ince bir patika var, oradan sahile inebilirsiniz.”
Mayıs ayının son haftasında olmamıza rağmen hava güneşli ama serin. Hepimizin üzerinde pantolonu, poları, rüzgarlığı... Nasılsa giysi opsiyonelmiş, “çekilin! biz de giysilerimizle geliyoruz” Hem konu biz değiliz, konu; görmeyi beklediğimiz, plajın hakkını ve hatta adını veren özgür, cesur, çıplak Kanadalılar.
Patikaya geldik. Yemyeşil, bakir, doğal mı doğal ama  iki kişinin yan yana yürüyemeyeceği kadar daracık bir patika.Tek sıra olduk ve aşağıya inmeye başladık. Bitkilerden yapılma bir tünel patika içinde ilerliyoruz. İniyoruz, iniyoruz, iniyoruz... Bir türlü ulaşamıyoruz.  Ben, dönüşü yani tırmanışımızı kara kara düşünmeye başladım bile ama ilk koyveren olmak istemiyorum. 
Jane “yoruldum” deyince  ben de kavga etmeye hazır bir tonda “ben de” diye ona katıldım.  Sanki bizi biri zorla götürüyor! “Bu kadar geldik, mutlaka görmek lazım” diye telkinlerle devam ettik. Kumsala inmemiz yaklaşık 15-20 dakika sürdü. Kan ter içinde kaldık. Neden nudist beach olduğunu anlamaya başladım sanki... O daracık dik patikadan inerken kafaya göze giren dalların arasında kan ter içinde kalıp, sonra “Amaaan mayom yoksa yok! Suya girip serinlemeden valla dönmem” diyenler sayesinde bu sıfatı kazanmış bir yer bence J
Nihayet sahile indik. Tek bir insan yok. Sahil diyorum ama öyle kumsal falan değil! Hatta değil kum, çakıl taşı bile yok! Kafam kadar taşların olduğu, bu taşların üzerinde sıra sıra yerleştirilmiş dev ağaç kütüklerinin olduğu bir yer. Şezlong diye bu kütükleri mi kullanıyorlar? Otursan oturulmaz, üzerinde yatılamaz.  Kamp ateşi desen, dev gibi ağaç yakılmaz.Yoksa Feng Shui’ye göre dekore edilmiş bir sahilde miyiz?
Üçümüz boş boş birbirimize bakıp denize doğru ilerledik. Biraz soluklanmak için kütüklerden birinin üzerine yaslandık, bu esnada terimiz soğudu. Kimse cesaret edip “bu mudur yaaa “ diyemiyor. Ne kadar da boşmuş, gibi yorumlar yapılıyor.Biraz ileriye doğru yürümeye karar verdik. Yürüme de yürünmüyor canına yandığım yerde! Kaya gibi taşlar, ayağı burkmak işten değil! Biraz ilerleyince taşlar ufaldı hatta  ara ara kumlar bile gördük.
Amaaan o da ne! Bir grup insan var ilerde! Çok mu ilerde? (sanki ıssız adaya düştük hayat var diye seviniyoruz) Olsun buraya inen, oraya da yürür. Yürüyelim tabi. Kanadalılarla daha yakından tanışalım, kültürlerini anlayalım değil mi? Yanlarına varmak için yaklaşık 2 km yürüdük.
Yürümez olaydık! Topu topu 7-8 kişi var...  Bir de üşümüşler mi ne! Altlarında birşey ama yok üstlerinde sweatshirtler tişörtler...  Göbeği dağ kadar, poposu ambar kadar olmuş,  gece rüyanda görsen korkacağın şekilsizlikte insanlar topluluğu... Hatta daha çok vakti geldiğinde ıssız kayalıklara gelip ölümü bekleyen deniz aslanlarına benziyorlar.
Jane eliyle gözlerini kapatıp “oh my God! oh my God!” deyip duruyor. Biz Felipe ile Jane’e bakıp gülüyoruz. Ama bu “oh my God” lar çıplaklığa mı, yoksa şekilsizliğe verilen tepki mi belli değil.
Benim de “Allah cezanızı versin” diye üstlerine atlayıp dövesim var hepsini.
İnsanlar  sanki “gelin  buyurun neremize istiyorsanız bakabilirsiniz, biz hepimiz Barbie ve Ken gibiyiz” demişler de bizi kandırmışlar...
“Bize bu kadar yetti” deyip  hayal kırıklığıyla dönüş yolunu tuttuk. İnerken bile kan ter içinde kaldığımız patikayı tırmanırken ki yorgunluğumuzu anlatacak kelime bulamıyorum. Dönüş yokuş yukarı olduğu için haliyle daha uzun ve çok daha yorucuydu. Otobüse binip şehre geri döndüğümüzde birlikte yiyeceğimiz akşam yemeğinden vazgeçip evlerimize dağılmaya karar verdik. Hem çok yorulmuş hem de hayal kırıklığına uğramıştık. Görülecek yerler listemizin en uzun süre beklenen, en heyecanlı durağı ile ilgili aklımızda kalanlar böyle mi olacaktı...
Bu hikaye nasıl aklıma geldi; geçen gün internette bir yazıya denk geldim; “Wreck Beach dünyadaki en iyi ilk 10 çıplaklar/nudist plajından biriymiş”. İsim aşina gelince yazıyı okumaya devam ettim. Pasifik okyanusunda, 7 km sahili, British Columbia Üniversitesi kampüsü içinde.... diye devam ediyor. Site ziyaretçilerinin yorumları okudum. 5 üzerinden, 5 yıldız vermiş çoğu. “Yok canım bizim gittiğimiz yer olamaz!”. Emin olmak için görsellerde arattım. Vallahi de bizim sahil (bir kez gittim ya tapusunu verdiler bana o gün, o yüzden bizim diyorum)
Koca kütükler, kafam kadar taşlar hala duruyor. Yorumlardan bir tanesinde “ ...never-ending wooden staircase...” (bitmek bilmeyen ahşap merdivenler)  diye bir satır okudum. Vaay! demek merdiven yapmışlar, gelişme var. Bitmek bilmeyen tarifi bana yeterli gelmediği için merdivenle ilgili biraz daha bilgi için araştırmaya devam ettim ve ne buldum; “...542 wooden steps...”  (542 ahşap basamak)  Uyyyy! 542 basamak demek bir binanın 33. ya da 34. katı demek! Değer miydi ya! Bugün deseler ki; aşağıda çıplak Brad Pitt var , yemin ederim inmem. Ha, yukarıda çıkmasını beklerim, o  ayrı  ama inmem, vallahi  bir daha inmem.
Yok efendim dünyanın ilk 10 plajından biriymişmiş... Görmesek inanırdık belki!  Hadi deseler ki; “en mavi, masmavi bayraklı plaj” ona itiraz etmem. Ama o kadar! Demek ki internette her yazılana da inanmamak gerek.
Nerede bizim beachlerimiz, nerede bizim kızlarımız, delikanlılarımız, yürüdükçe çıtırdayan çıtırlarımız, iz yapmasın diye bikinisinin üstünü çözüp yüzüstü yatan, her yeri eşit yansın diye sistemli bir şekilde kendini döndüren teyzelerimiz...

10 Mart 2012 Cumartesi

Büyük adammışsın Jobs



Iphone’lar  güneş patlamalarından etkileniyormuş... Bu patlamalar telefon görüşmelerinde kesintilere sebep oluyormuş...

Bozuluyorum! Benim telefonum da akıllı! Benim ki de android ama neden patlamalardan haberi yok? Bak Iphone’a! hem haberdar, hem de etkileniyor. Duyarlı, akıllı, hassas...
Kendi telefonumu tekmeleyesim geldi.

Bir Iphone’um olsa ve patlamalardan etkilenmese, acaba bir terslik mi var diye telefonumu servise bile götürebilirim.

Nasıl bir marka konumlardırma, nasıl sarsılmaz bir imajdır bu ya! Bravo! Büyük adammışsın Jobs.

Yarın Iphone’un yeni versiyonunu çıkarsalar Iphone emo (duygusal) adını verseler, deseler ki; “kullanıcıların duygu patlamalarını hissediyor ve etkileniyor.” “Yaaa olur mu öyle şey!” demeksizin gerekirse yemeyip içmeyip telefonun yok satmasını sağlayacak büyük bir hayran kitlesinin hazır olduğuna eminim.

Daha piyasaya sürülmemiş Iphone5’i kopyalayıp  Hi phone5 adını veren Çinlimiz bunu da kopyalar tabi. Ben şimdiden onlar için birkaç çakma isim bile düşündüm; Iphone emo,  Emophone, Hi phonemo ...

3 Mart 2012 Cumartesi

Gücüm bileğimde değil, yüreğimde...


İlkokula başladığım yılın ilkbaharındayız sokakta arkadaşlarımla ip atlıyorum. Hani iki kişi sallar diğerleri sırayla atlar, yanan  ipi sallayanlarla sırayla yer değiştir; işte ondan...

Bu arada bu neslin çocukları ip atlamayı beceremiyor. Evde çocuğunuz varsa deneyin. Hatta playstation’la oynayamıyorsunuz  ya da Angry Birds de onun kadar yüksek puanla seviyeleri atlayamıyorsunuz diye alay ederse hemen bir ip çıkarın. İki düz, bir ters ve de çapraz  atlayıp akıllarını uçurabilirsiniz. Sonra günün kalanında, kafayı gözü yarma pahasına, o iple verdikleri mücadeleyi seyredip eğlenin.

Aramızda bir arkadaşımız var ki; hepimizden uzun. Haliyle ipi onun boyuna uygun sallamak da epey zor oluyor. Ben kendi adıma elimden gelini yapıyorum. Kolum nerdeyse yerinden çıkacak. Küçükken çok sık çıkardı kolum. Büyüyünce geçti. Bir arkadaşım var, onun kolu halay çekerken falan çıkıyor. Öyle alışmış ki; tekrar geri yerine takıp halaya devam ediyor.

Benim de hikayeyi anlatasım  yok gibi! Sürekli başka bir tarafa doğru kayıyorum J
Neyse bu “Uzun” durduk yere de uzun değil! Sözüm ona ilkokul üçe gidiyor ama  sınıfta kala kala üçüncü sınıftan ileriye geçememiş, rivayete göre ilkokul beş olması gerekiyormuş.

Kızların hepsi pire gibi öndeki ne derse onu harfiyen uygulayıp seriyi tamamlıyor. Bizim Uzun biraz da kazulet çıktı ipe takılıyor sonra “siz sallayamıyorsunuz benden kaynaklanmadı” diyor. Tamam diyoruz “kız uzun” daha dikkatli sallayalım.
Bir iki derken biz anlayış gösterdikçe bir türlü yandığını kabul edip gelip ip sallama sırasını almıyor. Karşımda  Emine; ip atlama sırasının kendisine geleceğinden ümidi kesmiş! Neredeyse ağlayacak, gözleri dolmuş... Onu öyle görünce nasıl içime oturdu anlatamam. Benim de hakkım yeniyor ama ilk Emine’nin sırası ya kendimi akıl edemiyorum herhalde! 

Uzun, dördüncü ya da beşinci kez ipe takıldı ve yine “siz sallayamıyorsunuz” edebiyatına girişecekti ki; benim sigortalar attı.
Elimdeki ipi bıraktım. Bir hışımla koştum, bir çırpıda kızın üzerine çullandım. Var gücümle bir yumrukluyorum, bir tekme atıyorum, bir yumruk, bir tekme, bir yumruk...
Uzun kofti çıktı. Hiç bir şey yapamıyor ya da şaşırıp dondu kaldı! Sağlı sollu tekmelerim, acımasız demir yumruklarımla kızın hamle yapmasına bile fırsat vermiyorum. Çevremizde çocuklar donmuş bizi seyrediyor. Kimse ayırmaya çalışmıyor ne Uzun’u kollayan var, ne de bana dur diyen.

Tüm bunlar olurken bunun alışverişten dönen teyzesiyle annesi sokağın köşesinde gözüktü. “Ne oluyor orada” deyip beni, Uzun’a yapıştığım vantuzlarımdan koparıp aldılar. Annesi beni tuttu, kendine çevirdi, eli havada yükseldi yükseldi yükseldi... ve öyle kaldı. Tokadın suratıma inmesi lazım ama yooo kaldı işte öyle...
Yüce Rabbim bu kötü kalpli kadını  bana vurmak istediği için oracıkta taşa çevirdi işte! Oh olsun.

Kafamı biraz kaldırınca  gördüm ki; yüce Rabbim bu seferlik taşa çevirmemiş ama kadın bana vuramasın diye Kadir Amca’yı yollamıştı. (Kadir Amca aile dostumuz, birlikte masaj salonunda çalışacağım çocukluk arkadaşımın da babası)

Kadir Amca, kadının tuttuğu kolunu sert bir hareketle geri itti. Kadın da geriye doğru sendeledi. “Küçüçük çoğuğa vurmaya utanmayacak mıydın?”  diye azarladı.
“Senin çocuğun benim kızımı dövüyordu adam” diye karşılık verdi Uzun’un annesi.
Kadir Amca elimden tuttu, yüzüme doğru eğildi baktı, kimsenin görmeyeceği şekilde göz kırptı.

Kadına döndü “bir kızının cüssesine bak bir de bu çocuğun! Bu kız, seni kızını nasıl dövsün akıllı ol kadın” diye ağzının payını verdi. Onları orada öylece bıraktık, el ele tutuştuk arkamızı dönüp yürüyüp gittik. Ben az evvel Truva savaşının yenilmez Aşil’i iken hemencecik yavru bir kuzuya dönüştüm.

Bu benim hayatımda yaptığım ilk ve son kavga oldu. Bu bir daha kavga etmemeye yemin ettim anlamında değil yine gözüm dönerse karışmam!

Daha sonraki birkaç yıl içinde biz başka bir şehre taşındık ama Kadir Amca ve ailesiyle bağımız hiç kopmadı. Ne zaman ailecek bir araya gelsek ve eski günler konuşulsa Kadir Amca bu hikayeyi anlatır. Hikaye onun anlatımında “küçük yürekli çocuğun kötü kalpli devi yerle bir ettiği bir kahramanlık  hikayesine” dönüşür.