O gün de düğün salonu sahibinin günüymüş
Sene 1999, Ortaklar Caddesi’nde 15 yıl boyunca profesyonel kiracı olarak oturduğum apartmanın, apartman görevlisi sevgili Emine Teyze’nin oğlunu evlendireceğini, getirdiği davetiye ile öğreniyoruz.
Emine Teyze’nin sonradan rahmetli olduğunu öğrendiğim eşi Hayri Bey bir muhabbet kuşu tutkunu, dünya iyisi bir adamdı. Nur içinde yatsın, toprağı bol olsun. Emine Teyze yaşıyorsa Allah sağlıklı uzun ömür versin, o da rahmetli olduysa nur içinde yatsın. İkisi de dünya iyisi, çalışkan dürüst insanlardı.
Emine Teyze davetiyeyi getirdi. Şimdiden tebrik ederiz deyip mutlaka geleceğimizi söyledik. O yıl ablamla birlikte oturuyorum. Düğünün tarihine baktık, yaklaşık 4 hafta var. Ablam o hafta İstanbul’da olmayacağını söylüyor. Ben tek giderim diyorum. Düğün hediyesi almak ayrı, oraya gidip sizi seviyoruz ve değer veriyoruz demek ayrı. O yüzden mutlaka gideceğim.
Zaman geçiyor ablam o hafta sonu şehir dışına çıkıyor, ben tekrar saati kontrol ediyorum, hazırlanıp çıkıyorum. Düğün Kağıthane’de bir düğün salonunda. Düğünün başından sonuna kadar kalmayacağım. Gidip tebrik edeceğim, hediyemi verip düğün pastası yiyip mutluluklar dileyip veda edeceğim.
Taksiye bindim. Durak taksisi yeri biliyor. Şahane! dolaşıp aramayacağız. Elimde davetiyem, kararınca şık ve özenliyim. Düğün salonunun önüne geliyoruz, davetiyeden tekrar adını kontrol edip emin olduktan sonra paramı ödeyip iniyorum.
İçeriye giriyorum. Kimse yok! Alt katta üst katta başka bir salon olmalı herhalde diyerek sağa sola şuursuz yürüyorum. Bir yerlerde insanlar olmalı! Kapı dışında, kapı ağzında... Müzik sesi gelmeli... Hiç birisi yok! Başka bir girişi var herhalde diyorum. Eğer başka bir girişi yoksa tüm düğün davetlileri bana süpriz yapmak için ışıkları kapatıp masa altlarına saklanmış olmalı ki bu en son ihtimal bile değil!
Dışarı çıkıyorum bir adam bana doğru yürüyor. Aksanlı Türkçe’siyle “buyurin kime bahdınız” diye soruyor. Bahtiyar ailesinin düğününe geldim diyorum. “Bu saatte düğün yok akşam 20.00 de başlayan bir düğün var ama o da o ailenin değil” diyor. Davetiyeye tekrar bakıyorum. Düğün salonu, adres, saat doğru... bir anlam veremiyorum. Çaresizce bir kez daha davetiyeye bakıyorum veeeee bana kıs kıs gülen tarihi görüyorum.
Evet herşey doğru, sadece bir hafta erken! Düğüm çözüldü. Omuzlarım çöküyor, gözlerim pörtlüyor, çok mutsuzum kendimi koca bir patates çuvalı gibi hissediyorum. Belli belirsiz bir hafta erken gelmişim diyorum.
O kadar yoldan geldiniz bir çayımızı için öyle gidin diyor. O kadar yoldan geldiniz haydi bir long weekend tatil yapalım dese hayır diyemeyecek kadar bozguna uğramış hissediyorum. Peki deyip teşekkür ediyorum. Ben düğün salonun sahibiyim deyip kendini tanıtıyor. Bahçede bekçi kulübesi ile konteyner arası bir yerde oturup birer çay içiyoruz. Olanca kibarlığı ve centilmenliğiyle konuşuyor, anlatıyor araya bekar olduğu bilgisini sıkıştırıyor...
Çayım bitiyor nihayet. Bir çay daha diyecek oluyor, teşekkür edip bir taksi çağırıp çağıramayacağını soruyorum. Tabi ne demek diyor. Arabanın kapısını açıp kibarca beni bindirip uğurluyor. El sallarken haftaya görüşürüz demeyi ihmal etmiyor.
Takside çözülüyorum ve nihayet salaklığıma gülebilmeyi beceriyorum. Diğer yandan şehir dışı planını bir hafta önceye alan ve beni istemeden de olsa düğün tarihi konusunda yanıltan ablamdan öcümü nasıl alacağımı düşünmeye başlıyorum.
Sen namusuna sahip değilsen taksici sahip olur...
Karaköy Liman Gümrüğüne gideceğim. Ne işim vardı bugün çok net hatırlayamıyorum. Beşiktaş istikametinden taksiyle ilerliyoruz. Tek yön. Kendimce Karaköy’e gidip dönüp diğer alt yola girip gümrüğün tam önünde inmeme gerek yok diye düşünüyorum. Böylece taksimetre daha az yazacak. Gümrüğün tam hizasında inip, aşağıya ışıklardan karşıya geçe geçe ineceğim. Sağda inebilirim dedim. “Yok abla burada indiremem, yakışık almaz” dedi. Sağıma soluma arkama baktım, aklımca durmasını engelleyecek ne var diye anlamaya çalışıyorum. “Yakışık almaz” demesinden kıllandım ama hala anlamıyorum. Beni neredeyse 100 metre daha götürüp öyle bıraktı. “O sokak, sokak değil orada inmeyin istedim” diyor. Benim Karadenizli jetonum sonra düşüyor. Meşhur genelev sokağının yanı başında inmek istemişim meğer...
O gün orada inseydim acaba bugün farklı bir kariyerim olur muydu?
The Marmara Cafe’nin yeri ayrı...
Sene 2004 eski iş arkadaşlarımdan biriyle Taksim’de buluşmak için sözleşiyoruz. Cafe Marmara’nın önü olsun diyoruz. Olur ya ikimizden biri gecikecek olursa diğerine haber verir, içeri girip kahve içerken bekleyebiliriz.
Dakikliğimle bir gün madalya almayı bekleyen ben, yine vaktinde gelerek arkadaşımı beklemeye başlıyorum. Gecikip gecikmeyeceğini anlamak için, birkaç dakika bekleyip aramanın daha doğru olduğuna karar veriyorum.
Eğer oturacak olursam, açık bölümünde boş masa var mı diye dönüp bakıyorum. Dönüp tekrar bakıyorum, hep bakmak istiyorum... Elim ayağım dolanıyor, kulaklarım kızarıyor.... Kır saçlı, uzun boylu çok çekici bir adam kafedeki masalardan birine oturmak üzere... Bir yerden tanıyor muyum? Richard Gere mi ne? Yok yok değil! Kimdi bu? Elim ayağım hala karışık. Adamın bana baktığı, beni gördüğü falan da yok, ben kendi kendime dolandım.
Aramızda en az 20-25 metre var. Kimdi bu adam kim?Elimin ayağım dolanması geçiyor adamın kim olduğunu nihayet hatırlıyorum; Joe Kloenne.
2000’lerin başlarında kullanılan Sarar’ın reklam mankeni. Hatta bu yıl Sarar’ın NY’deki defilesine tekrar çıkmış. Artık 58 yaşındaymış ama hala çok hoş çoook...
Hatırlamayanlara da işte aşağıda linki...
Ya yıllar önce kaybedilen kız kardeşsem!
İşten çıktım. İş yeri servisinin, bana uygun en son noktasına kadar gittim. Servisten indikten sonra taksiye bindim. Ablama akşam yemeğine gidiyorum. Telefonla arayıp 10 dakikaya kadar orada olacağımı söyledim.
Kimi ararsam arayayım mutlaka önce kendimi tanıtırım. Bu alışkanlığımın, sadece ev telefonlarının olduğu ( hatta onların da sıraya yazılıp yıllarca bekledikten sonra bağlandığı) yıllarda, haftada en fazla 5-6 kez çalan telefondan gelen “kimsin ?” sorusuyla karşılaşmaktan irite olduğum için geliştiğini düşünüyorum. Önce kendini tanıt, sonra hesap sor değil mi?
Telefonu kapattıktan sonra, taksicinin dikiz aynası üzerinden gözlerini üzerimde hissettim. Normalde kimseyi rahatsız ya da taciz edecek birine benzemiyordu.
“Yanlış anlamayın ama nerelisiniz diye merak ettim” diyerek sessizliği bozdu. Cevap verdim, yüzü gölgelendi. Cevabım, beklediği cevap değildi. Söylemek ya da sormak istediği başka şeyler olduğu belliydi ama cevap veren ses tonum onu durdurmuş olmalıydı. Bu defa ben dayanamayıp neden sordunuz? dedim.
Arabaya ilk bindiğinizde, en son 4-5 yaşındayken gördüğüm, eğer yaşıyorsa sizin yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim, kaybolan kız kardeşimin, büyüdüğünde size benzeyebileceğini düşünmüştüm dedi. Sonra telefonda konuşup isminizi söylediniz. İsminiz de aynı ama doğduğunuz yeri söylediğinizde olamayacağınızı anladım diye cevap verdi.
Benim hikayemin içinde herhangi bir boşluk olmadığını yani böyle bir ihtimalin bulunmadığını söyledim. Kardeşini bulmasını dileyerek artık varmış olduğumuz ablamın evinin önünde indim.
İnince ablamı aramak, masaya bir tabak daha koy! sana kayıp abimizi getiriyorum demek geçti...