31 Aralık 2011 Cumartesi

Kabiliyetliyseniz kolay öğrenirsiniz


Üniversite birinci sınıfı bitirdiğimin yılın yazı. Tatil başlamış ama Ankara’ya gitmek istemiyorum. Benimle aynı sene İstanbul’a gelen ve mimarlık okuyan çocukluk arkadaşım da ailesinin yanına dönmek istemiyor. İki kafadar iş bulur çalışırız diye planlar yapıyoruz. Adam gibi birşey bulursak ailelerimize haber vereceğiz onlar da olumlu karşılayacak ve yazı çalışıp İstanbul’da geçirmeye devam edeceğiz.

İlk hedefimiz seri ilanlar sayfası. O zamanlar internet yok. Hatta gazetelerin İK ekleri bile yok. Özgeçmiş hazırlasak mı acaba diye düşünüyoruz. Hazırlamayı bilmiyoruz ama öyle bir şeyin varlığından haberdarız.

Benim iki tane bütünlemem var, bunları da eklersem özgeçmişe, şahane duracak.
Onun durumu benden daha iyi. Bütünlemesi yok, ilk yılın ortalaması gayet iyi. Bildiğin iyi öğrenci yani. Hatta kazandığı yıl bölüme 2. olarak girmişti...

Özgeçmişim onunkinin yanında yeterince parlak olmayacağını düşünüp bu fikirden vazgeçiyoruz. Sanırım o da birlikte çalışmak istediği için cv si ile beni ezmemek istiyor... Allah korusun! O iyi bir şirkete CEO olarak kabul edilirken ben ofis boy (girl) falan olabilirim.

Dersimizi çalışmak üzere bir araya geliyoruz. Seri ilanlar sayfasının bir sayfası bende, diğer sayfası onda... Başlıyoruz bakmaya. Sekreter, pazarlamacı, satış elamanı, anketör, veee yazın çalışmak isteyen üniversiteli kız öğrenciler... İşte bu biziz!

Hemen telefonla arıyoruz. Yer İstiklal Caddesi Galatasay İş Hanı. Tek vasıta ile ulaşabiliyoruz. İş nedir  biraz bilgi verebilir misiniz diye sorunca gelince anlatırız diyorlar. Aynı gün öğleden sonrası için randevulaşıyoruz. 

Evden çıkıp kendimizi Taksim’in kollarına bırakıyoruz. Randevu vaktine kadar yapacak dünya kadar şey var. Bir yerlerde birşeyler yiyoruz. Keyfimiz yerinde, hemen iş bulduk, eve yakın, eğlence dünyasının kalbinde! Başka ne isteriz ki... Konuşup eğlenirken vaktin hızlıca geçtiğini farkedemiyoruz. Yemeğimizi bitiriyoruz ama kolalarımız hala dolu. Yolda içeriz deyip kolamızı da geride bırakmıyoruz.

İlanda bildirilen kat çıkıyoruz. Kapı numarası tamam  ama dışarıda hiç birşey yazmıyor. Zili çalacağız ama kolalar hala bilmemiş apartman boşluğunda bir kenara bırakıyoruz. 40-45 yaşlarında kibar bir bey açıyor kapıyı buyur ediyor. Oturuyoruz, iki hoş beş, okullarımızı, nerede yaşadığımızı soruyor. Çay içiyoruz, çalışma saatleri konuşuluyor herşey güzel ama hala işin ne olduğunu bilmiyoruz. Biraz işin içeriğinden bahsetmesini istiyorum. “Kolay, kolay o kolay!” “ Kabiliyetliyseniz kolay öğrenirsiniz” diyor.

Kıllanma vaktinin geldiğini anlıyoruz. Son bir çaba ile işin ne olduğunu soruyoruz. 
Sonunda bir masaj salonunda olduğumuzu öğreniyoruz. Gülelim mi tabanları yağlayıp kaçalım mı bilemiyoruz.
Ben derslerim için çok kullanmadığım aklımı  oradan kurtulmak için devreye sokuyorum;  “İyi öyleyse bütünlemelerimiz biter bitmez biz gelir başlarız” deyip , teşekkür ediyorum.

Çıkıyoruz, kolalarımız aynı yerde. Alıp içerken yolda, ara ara birbirimize “Çok kolay çabuk öğrenirsin” demeyi ihmal etmiyoruz.

24 Aralık 2011 Cumartesi

Popüler olmak ya da olmamak işte bütün mesele bu!

Times dergisi Yılın Adamı Kim Olmalı anketi düzenlemiş. Başbakanımız açık ara birinci, onu futbolcu Messi takip ediyor.
Dam üstünde saksağan! Bu nasıl liste? Bu nasıl anket?  Tam üçüncü kim diye merak edecekken aynı derginin aynı sayısında, Yılın Adamı Kim Olmamalı anketinde  birinciliğin yine açık ara  başbakanımızda olduğunu okuyorum...



Pes artık! Bu kadar kaos en son 2004 yılında Ciguli’nin benzeri yarışmasında Ciguli’nin kendisinin 3. seçildiğinde yaşanmıştı.

Gerçi Ciguli’nin benzeri yarışması açılması, bu yarışmaya rağbet olması da ayrı bir acayipliktir hatta apacayipliktir bence...

18 Aralık 2011 Pazar

Öyle masum durduklarına bakmayın!

“Mısır'da ismi açıklanmayan bir şeyh; kadınların muz, kabak, salatalık gibi yiyeceklere dokunmasını yasaklamış!
“Şeyh, bu yiyeceklerin erkek cinsel organına benzediğini ve kadınların cinsellik düşünmelerine neden olabileceğini iddia edip, bunları yemek isteyen kadınların, eşlerinden yardım almaları gerektiğini,meyve ve sebzeleri erkeklerin kesmesi gerektiğini belirmiş.
Evli olmayanların bu meyve sebzeleri değil yemeleri, aklından bir geçirmesi yasaklanmalı diye eklemeyi unutmuş mu acaba?
Bu bağlantıyı kurabilmek için ya benim hayal gücüm yetersiz ya bu Şeyh’in bildiği, bizim bilmediğimiz bir şey var! (mesela babası bir kabak olabilir) ya da bu bir asparagas haber...
Freud yaşasaydı kuramlarını yeniden gözden geçirir miydi? ya da Arcimboldo kendine çeki düzen verip resimlerinde meyve sebze kullanmaktan vazgeçer miydi?

11 Aralık 2011 Pazar

Bir fikrim var, isteyen çalabilir!



İsteyen çalabilir tabi. Bu bir nevi iltifattır, beni daha yaratıcı olmaya kendime daha çok inanmaya sevkeder.

Bir sabah işe geldim. Yarım saat kadar gecikmişim. Günaydın arkadaşlar diyorum ama beni pek duyan yok. Hararetli bir konuşmadır gidiyor. Hepsinin oratak tanıdığı birilerinden bahsediliyor. Biri; “allah onu kahretmesin” diyor. Diğeri; “ölse de çıksa aradan sevineceğim” diyor. Ötekisi de; “iyileşecek mi dersin” diye endişeli endişeli soruyor. Hayırdır geçmiş olsun diyorum. Kime ne olmuş? Öyle ya! şirketteki tüm arkadaşlarım tanıyorsa benim de tanıdığım birisidir ilgisiz kalmayayım. Boş boş yüzüme bakıyorlar. Bende daha boş boş bakıp karşılık veriyorum.

Numara yapmadığımı ve gerçekten sorduğumu anlayıp hafif küçümseyip cevap veriyorlar. Konuşulan dün akşamki diziymiş meğer. Ne ayıp şey benim yaptığım! ne seyrediyorum ne de karakterleri tanıyorum. Bayağı dışlanıyorum. Sonraki hafta kesin izleyeceğim. İzliyorum da.

Ertesi sabah beni de aralarına alacaklar eminim. Ama o da ne! beklenmedik bir şey oluyor. Hemen herkesin bir işi çıkmış kimse izleyememiş. Tamam diyorum, ben izledim anlatabilirim (böylece klübe girebileceğim). Heyecanla etrafım sarılıyor, başlıyorum anlatmaya ... Fakat karakterlere önceki olaylara hakim değilmişim... Anlatmam bir kabusa dönüşüyor. Başka bir diziden bahsediyormuşum gibi davranılıyor ve yine dışlanıyorum...

Yine olmadı. Olsun aklıma çalınası fikir getiren şey de bu oldu zaten.
Dizi arkası programı! Dizi bitir bitmez başlayacak. Bence Saba Tümer sunsun. Hem neşeli hem tartışma çıkarsa yönlendirebilir idareyi kaybetmez. Her akşam yine ünlülerden diziyi izleyen birini davet etsin. Kim ölsün, kim ölmesin, kim kimi terketsin, kimin foyası artık ortaya çıksın, kim sevdiğine kavuşsun başlıklarından kontrollü olarak biri seçilip tartışma başlatılsın, halk telefonla canlı bağlansın yorum yapsın, gazını atsın. Yemin ediyorum benim gibi dizi seyretmeyenler bile ertesi gün konuya uzak kalmamak, toplumdan kopmamak için hem seyreder, hem bağlanırlar. Dizi raytinginden daha çok rayting alan programlar olur...

Hem diziyi çekenler de beklentileri algılarlar. Bir nevi pusula olur, dizinin yaşam ömrü uzar. Mesela Muhteşem Yüzyıl’ın böyle bir strateji ile cumhuriyeti kurabileceğine bile inanıyorum.

Ne dersiniz?

10 Aralık 2011 Cumartesi

Önce beni Facebook’ta beğen ondan sonra gel!



Şu aralar hangi siteye girsem bana önce Facebook’ta beğen penceresini açıyor. Önceleri utanıp sıkılıp “valla facebook’um olsa bir tıkı sizden mi esirgeyeceğim, tabi beğenirim sizi kim beğenmez” diyesim geliyordu ama şimdi öyle değil. Sıtkım sıyrıldı. X kredi kartı quiz düzenlemiş katılanlar arasında da çekiliş yapıp hediyeler veriyormuş... Ben de bu kartı kullanıyorum. Derdim hediye de değil, bana hiç çıkmaz zaten . En son piyango benzeri bir çekilişten bir şey çıktığında ilkokul 5. sınıfta  23 Nisan Balosu’ndaydım. En büyük hediye olan dijital kol saati çıkmıştı. O yıllarda bayaa havalı bir şeydi. Bilet numaramı hala hatırlarım. 112.  Neyse konu bu değil. Dediğim gibi, şanslı sayılmam. Quizi de soruları cevalayıp cevaplayamayacağımı merak ettiğim için yapmak istiyorum. Ama Facebook’ta beğenmeden mümkün değilmiş. Bu defa kızdım madem soruları göstermiyorsunuz ben size yapacağımı bilirim diye bir tehdit savurmak geçti içimden. Benim yel değirmen’im de facebook mu olacaktı artık!

Düşündüm; ben müşteriysem onlar benim ayağıma gelmeliydi zaten... Kartlarımı faturalarımı vergi borçlarımı ödeyeceğim ama siz beni önce bir Facebook’ta beğenin bakiim. Hadi canım beğenin! sonra ben de kesenin ağzını açacağım...demeye karar verdim.
Facebook’um mu yokmuş olsun... “Çiğdem facebook’a geri dönsün diyenler” diye grubumu açmışlar bari ona üye olun. Dijital dünyada bana bi sevildiğimi hissettirin önce, sonra  dileyin benden ne dilerseniz... Aman ne saçma şey demeyin, bu sosyal medyanın bireysel /butik pazarlamaya geçisinin de ilk adımı kabul edilir. İleride üniversite öğrencilerinin tezlerinde yer alırız. Olmaz demeyin olur. Benim de facebook’u dize getirmemin hikayesi olur.
Bir zamanlar dünya’nın yuvarlak olduğu ilk söylediğinde de kabul görmemişti. Ama şimdi... Olmaz demeyin açık fikirli, yaratıcı olun...



3 Aralık 2011 Cumartesi

Aklımda kalanlar...

O gün de düğün salonu sahibinin günüymüş

Sene 1999, Ortaklar Caddesi’nde 15 yıl boyunca profesyonel kiracı olarak oturduğum apartmanın, apartman görevlisi sevgili Emine Teyze’nin oğlunu evlendireceğini, getirdiği davetiye ile öğreniyoruz.
Emine Teyze’nin sonradan rahmetli olduğunu öğrendiğim eşi Hayri Bey bir muhabbet kuşu tutkunu, dünya iyisi bir adamdı. Nur içinde yatsın, toprağı bol olsun. Emine Teyze yaşıyorsa Allah sağlıklı uzun ömür versin, o da rahmetli olduysa nur içinde yatsın. İkisi de dünya iyisi, çalışkan dürüst insanlardı.

Emine Teyze davetiyeyi getirdi. Şimdiden tebrik ederiz deyip mutlaka geleceğimizi söyledik. O yıl ablamla birlikte oturuyorum. Düğünün tarihine baktık, yaklaşık 4 hafta var. Ablam o hafta İstanbul’da olmayacağını söylüyor. Ben tek giderim diyorum. Düğün hediyesi almak ayrı, oraya gidip sizi seviyoruz ve değer veriyoruz demek ayrı. O yüzden mutlaka gideceğim.

Zaman geçiyor ablam o hafta sonu şehir dışına çıkıyor, ben tekrar saati kontrol ediyorum, hazırlanıp çıkıyorum.  Düğün Kağıthane’de bir düğün salonunda. Düğünün başından sonuna kadar kalmayacağım. Gidip tebrik edeceğim, hediyemi verip düğün pastası yiyip mutluluklar dileyip veda edeceğim.
Taksiye bindim. Durak taksisi yeri biliyor. Şahane! dolaşıp aramayacağız. Elimde davetiyem, kararınca şık ve özenliyim. Düğün salonunun önüne geliyoruz, davetiyeden tekrar adını kontrol edip emin olduktan sonra paramı ödeyip iniyorum.

İçeriye giriyorum. Kimse yok! Alt katta  üst katta başka bir salon olmalı herhalde diyerek sağa sola şuursuz yürüyorum. Bir yerlerde insanlar olmalı! Kapı dışında, kapı ağzında... Müzik sesi gelmeli... Hiç birisi yok! Başka bir girişi var herhalde diyorum. Eğer başka bir girişi yoksa tüm düğün davetlileri bana süpriz yapmak için ışıkları kapatıp masa altlarına saklanmış olmalı ki bu en son ihtimal bile değil!

Dışarı çıkıyorum bir adam bana doğru yürüyor. Aksanlı Türkçe’siyle “buyurin kime bahdınız” diye soruyor. Bahtiyar ailesinin düğününe geldim diyorum. “Bu saatte düğün yok akşam 20.00 de başlayan bir düğün var ama o da o ailenin değil” diyor. Davetiyeye tekrar bakıyorum. Düğün salonu, adres, saat doğru... bir anlam veremiyorum. Çaresizce bir kez daha davetiyeye bakıyorum veeeee bana kıs kıs gülen tarihi görüyorum.

Evet herşey doğru, sadece bir hafta erken! Düğüm çözüldü. Omuzlarım çöküyor, gözlerim pörtlüyor, çok mutsuzum kendimi koca bir patates çuvalı gibi hissediyorum. Belli belirsiz bir hafta erken gelmişim diyorum.

O kadar yoldan geldiniz bir çayımızı için öyle gidin diyor. O kadar yoldan geldiniz haydi bir long weekend tatil yapalım dese hayır diyemeyecek kadar bozguna uğramış hissediyorum.  Peki deyip teşekkür ediyorum. Ben düğün salonun sahibiyim deyip kendini tanıtıyor. Bahçede bekçi kulübesi ile konteyner arası bir yerde oturup birer çay içiyoruz. Olanca kibarlığı ve centilmenliğiyle konuşuyor, anlatıyor araya bekar olduğu bilgisini sıkıştırıyor...
Çayım bitiyor nihayet. Bir çay daha diyecek oluyor, teşekkür edip bir taksi çağırıp çağıramayacağını soruyorum. Tabi ne demek diyor. Arabanın kapısını açıp kibarca beni bindirip uğurluyor. El sallarken haftaya görüşürüz demeyi ihmal etmiyor.

Takside çözülüyorum ve nihayet salaklığıma gülebilmeyi beceriyorum.  Diğer yandan şehir dışı planını bir hafta önceye alan ve beni istemeden de olsa düğün tarihi konusunda yanıltan ablamdan öcümü nasıl alacağımı düşünmeye başlıyorum.

Sen namusuna sahip değilsen taksici sahip olur...

Karaköy Liman Gümrüğüne gideceğim. Ne işim vardı bugün çok net hatırlayamıyorum. Beşiktaş istikametinden taksiyle ilerliyoruz. Tek yön. Kendimce  Karaköy’e  gidip dönüp diğer alt yola girip gümrüğün tam önünde inmeme gerek yok diye düşünüyorum. Böylece taksimetre daha  az yazacak. Gümrüğün tam hizasında inip, aşağıya ışıklardan karşıya geçe geçe ineceğim. Sağda inebilirim dedim. “Yok abla burada indiremem, yakışık almaz” dedi.  Sağıma soluma arkama baktım, aklımca  durmasını engelleyecek ne var diye anlamaya çalışıyorum. “Yakışık almaz” demesinden kıllandım ama hala anlamıyorum. Beni neredeyse 100 metre daha götürüp öyle bıraktı. “O sokak, sokak değil orada inmeyin istedim” diyor. Benim Karadenizli jetonum sonra düşüyor. Meşhur genelev sokağının yanı başında inmek istemişim meğer...
O gün orada inseydim acaba bugün farklı bir kariyerim olur muydu?



The Marmara Cafe’nin yeri ayrı...

Sene 2004 eski iş arkadaşlarımdan biriyle Taksim’de buluşmak için sözleşiyoruz.  Cafe Marmara’nın önü olsun diyoruz. Olur ya ikimizden biri gecikecek olursa diğerine haber verir, içeri girip kahve içerken bekleyebiliriz.

Dakikliğimle bir gün madalya almayı bekleyen ben, yine vaktinde gelerek arkadaşımı beklemeye başlıyorum. Gecikip gecikmeyeceğini anlamak için, birkaç dakika bekleyip aramanın daha doğru olduğuna karar veriyorum. 

Eğer oturacak olursam, açık bölümünde boş masa var mı diye dönüp bakıyorum. Dönüp tekrar bakıyorum, hep bakmak istiyorum... Elim ayağım dolanıyor, kulaklarım kızarıyor....  Kır saçlı, uzun boylu çok çekici bir adam kafedeki masalardan birine oturmak üzere... Bir yerden tanıyor muyum? Richard Gere mi  ne? Yok yok değil! Kimdi bu? Elim ayağım hala karışık. Adamın bana baktığı, beni gördüğü falan da yok, ben kendi kendime dolandım.

Aramızda en az 20-25 metre var. Kimdi bu adam kim?Elimin ayağım dolanması geçiyor adamın kim olduğunu nihayet hatırlıyorum; Joe Kloenne.
2000’lerin başlarında kullanılan Sarar’ın reklam mankeni. Hatta bu yıl Sarar’ın NY’deki defilesine  tekrar çıkmış. Artık 58 yaşındaymış ama  hala çok hoş çoook...
Hatırlamayanlara da işte aşağıda linki...


Ya yıllar önce kaybedilen kız kardeşsem!

İşten çıktım. İş yeri servisinin, bana uygun en son noktasına kadar gittim. Servisten indikten sonra taksiye bindim. Ablama akşam yemeğine gidiyorum. Telefonla arayıp 10 dakikaya kadar orada olacağımı söyledim.
Kimi ararsam arayayım mutlaka önce kendimi tanıtırım. Bu alışkanlığımın, sadece ev telefonlarının olduğu ( hatta onların da sıraya yazılıp yıllarca bekledikten sonra bağlandığı) yıllarda, haftada en fazla 5-6 kez çalan telefondan  gelen “kimsin ?” sorusuyla karşılaşmaktan irite olduğum için geliştiğini düşünüyorum. Önce kendini tanıt, sonra hesap sor değil mi?
Telefonu kapattıktan sonra, taksicinin dikiz aynası üzerinden gözlerini üzerimde hissettim. Normalde kimseyi rahatsız ya da taciz edecek birine benzemiyordu.

“Yanlış anlamayın ama nerelisiniz diye merak ettim” diyerek sessizliği bozdu. Cevap verdim, yüzü gölgelendi. Cevabım, beklediği cevap değildi. Söylemek ya da sormak istediği başka şeyler olduğu belliydi ama cevap veren ses tonum onu durdurmuş olmalıydı. Bu defa ben dayanamayıp neden sordunuz? dedim.

Arabaya ilk bindiğinizde, en son 4-5 yaşındayken gördüğüm, eğer yaşıyorsa sizin yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim, kaybolan  kız kardeşimin, büyüdüğünde size benzeyebileceğini düşünmüştüm dedi. Sonra telefonda konuşup isminizi söylediniz. İsminiz de aynı ama doğduğunuz yeri söylediğinizde olamayacağınızı anladım diye cevap verdi.

Benim hikayemin içinde herhangi bir boşluk olmadığını  yani böyle bir ihtimalin bulunmadığını söyledim. Kardeşini bulmasını dileyerek artık varmış olduğumuz ablamın evinin önünde indim.
İnince ablamı aramak, masaya bir tabak daha koy! sana kayıp abimizi getiriyorum demek geçti...

4 Mart 2011 Cuma

Benden ne zaman kahraman olacak?

“Zümrüdü Anka” masalının kahramanı, ülkeyi devden kurtaran şehzadelerin en küçüğü… “Dans Eden 12 Prenses” masalında bahçıvanla birlikte parçalanan ipek ayakkabıların sırrının çözümüne yardım eden ve yıllarca süren büyüyü bozan 12 kız kardeşten en küçüğü… “3 Küçük Domuz” masalında kötü kalpli kurda karşı koyabilecek evi inşa eden ve kardeşlerini de kurtaran yine en küçük domuz… ve böyle devam eder gider.

Yıllarca okuduğum ya da bana okunan masallarla özdeşim kurup durdum. 3 kardeşin en küçüğüyüm . Küçüğüyüm dediğime de aldanmayın, neredeyse yolun yarısındayım ve henüz kahramanlık anlamında dişe dokunur bir varlık gösteremedim. Bugün o masalları yeniden yazsam her birinde kahramanı büyük, ortanca ve küçük kardeş olarak dönüşümlü kullanır ve herhangi bir boy kardeşte ileriki yaşlarda oluşabilecek kahramanlık merakını eşit olarak dağıtırdım.

Biraz büyüyüp kahraman olabileceğime inancımın azalmaya başladığı dönemde özel olduğumu düşünmeme devam etmemi sağlayacak bir hikayem vardı… Hikaye biraz Kriptonlu Süperman’den araklanmış gibi gözükse de özünde dünyayı kurtarmak ya da bu dünyada kahramanlık yapmak üzerine kurulmuyor olması sebebiyle farklılık gösteriyordu.

Uzak bir galaksinin prensesi olarak dünyaya gelen ben, gerçek ailem  tarafından memur bir aileye, yetiştirilmek üzere bırakılmıştım. Amaçlanan; benim erdem sahibi bir insan olarak yetiştirilmemdi- ki yetiştirildim-sonra ailem gelecek bana gerçekleri açıklayacak, ben de annem ve babamla vedalaşacak onlara “ benimle gelin bu dünyanın zaten çivisi çıktı”  diyecek ama gerekirse de onları bırakarak kendi gezegenime gidecektim. Birbirimizi özledikçe de sahip olduğumuz teknoloji sayesinde hologramlarımızın görüşebileceğini söyleyecektim.

Şimdiye kadar gelen giden yok! Prenseslik yaşı da geldi, geçiyor… Dedim ya yolun yarısında sayılırım diye! Acaba buradaki yolun yarısı oradaki yolun başı mı? Bir süre de bununla oyalanır mıyım dersiniz?