27 Ekim 2017 Cuma

Kimse sizinle ilgilenmiyor mu?



 Önemsendiğinizi mi hissetmek istiyorsunuz bugünlerde?

Öyleyse İstanbul'un yeni AVM’si Emaar’daki Victoria Secret’a koşun hemen!



Geçen Cumartesi günü mağazaya attığım adımla beraber, çalışanlardan biri “hoşgeldiniz benim adım Pınar, size ben yardımcı olacağım. Sizin adınız nedir?” diye karşıladı beni.

Adımı söyledim,tanıştık, tokalaştık.

Sonra bana ne aradığımı sorup “Çiğdem hanım sütyenlerimize bakmak istiyor” diye diğer arkadaşına teslim etti.

İsmini söyleyip, kendini tanıtan diğer arkadaşı da “ne tarzda bir sütyen istediğimi” sordu.
Günlük kullanıma uygun bir şey istediğimi söylediğimde, kararsız kaldı ve beni mağaza müdüresine götürdü. “Çiğdem hanım şöyle-böyle bir ürün arıyormuş, ne tavsiye edebiliriz” diye sorup, beni ona teslim etti.
Mağaza müdüresi de ismini söyledi, kendini tanıttı ve  tokalaştı ve beni nihai!! reyona götürdü.

Söylememe gerek yok! oradaki yeni arkadaşla da tanıştık. 
Ölçümü sordu. 
İnanmadı. 
Kendisi ölçtü. 
İki model seçtik. 
Bana kabinlere kadar eşlik etti. 
Beni teslim ettiği yeni arkadaşına taktim etmeyi unuttuğu için, kabin görevlisi  ismimi sordu,buna biraz bozuldum! “Tanıyın artık lan beni” diye bağırıp, beni getirdikleri kıvamı göstermek istesem de yapmadım.

Bu defa da kabin görevlisi ölçümü sordu, söyledim. Emin olmadı, ölçtü. Tatmin olmadı, ölçü sütyeni getireceğim dedi.
Hem getirdi, hem  giydirdi. Taşanları yerine bile oturttu!!!
Darlanmıştım ve imdat diye bağırarak bir an evvel  gitmek istiyordum. Fakat giderken bile, rock yıldızları gibi elden ele taşınarak mağaza dışına çıkarıldığımı hayal ettim.




Çalışanların sayısı bunu yapmaya yeterdi bence J

Öyle bir şey olmadı tabi…

En sonunda, “şunun kumaşından, ama bunun dantelinden ve bir diğerinin renginden istiyorum” diye olmayacak bir model yaratıp, “bizde yok” demelerini sağladım ve  koşarak uzaklaştım.

Her ne kadar, içindeyken fazla gelse ve bunaltsa da, çıktıktan sonra boşluğa düşmeme sebep olan söhret sendromunu, 15-20 dakikalığına bile olsa  sayelerinde yaşadım.

Bu ayrıcalığı yaşatmak için istihtam edilen eleman ordusunun giderleri, don ve sütyenlerin fiyatlarına eklenmiş, haberiniz olsun!

Ancak bir yıldız gibi karşılanmak ve  biraz da kurcalanmak paha biçilemez…

Eve dönünce aynı ilgiyi bekleyip bulamayınca, arıza çıkarmak ise bence en doğal hakkınız.

20 Temmuz 2017 Perşembe

Beni kurda kuşa yem etmeyin!



Geçen Cuma günü, sabahın erken saatlerinde, çalıştığım iş yerinin fabrikalarından birine yaptığım yolculuk sırasında  Selimpaşa’da kısa bir mola verdim. Su, çay ve puaçadan oluşan, enfes kahvaltımı alıp dışarıdaki masalardan birine oturdum.



Oturduğum masada, arkamdaki iri yarı, bıyıklı, epey kilolu 4 kişinin sohbetini, kulak kabartmadan duyabiliyordum.

“Abi ama bu sene rekor sayıda başvuru olmuş!”.
“1100 ü  yabancı yaklaşık 2300 kişi yüzecekmiş”
“Fakat çok zorluydu seçmeler, olmadı...”

Duyduklarıma inanmazken, ayaklandılar ve  bana sportmence ‘afiyet olsun’ deyip Antalya plakalı bir araçla ayrıldılar.

Oysa ben, onlara sarılıp iç dökmeye bu kadar hazırken “Durun biraz!  Hemen nereye?” diyemedim bile...

Bahsettikleri, benim de 3 ay boyunca, haftada en az 3 gün, 1 er saat olmak üzere, yüzerek seçmelerine hazırlandığım yarışmadan başka bir şey değildi.

İstanbul Boğaziçi Kıtalararası Yüzme Yarışması!



23 Temmuz’da düzenlenecek , Kanlıca ile Kuruçeşme arasının yüzüleceği yarışın, 21 Mayıs’taki elemelerinde, 800 metreyi 30 dakikada tamamlama barajını, kendimce başarı gösterip,  21 dakika ile bitirmiş ve 4 Temmuz’a kadar listelerin açıklanmasını heyecanla beklemiştim.




Di-li geçmiş zaman kullanmamdan ve daha çok da  Antalya’lı çam yarması abilere durduk yere sarılma ve iç dökme arzumdan, elemeleri geçemediğimi siz akıllı okuyucularımın çoktaaan anladığına eminim.

Şimdi buradan bir kez daha Olimpiyat Komitesi Yetkililerine seslenmek istiyorum.

Olanları umutmaya hazırım! (Yok artık! Bu buraya olmadı J)

Sizin kaybınız… (gibi klişelere de bulaşmasam iyi olur)

Tamam, tamam şimdi gerçekten söyleyeceğimi söylüyorum!

Sevgili Komite,

Pek çok yarışta; bir basın güzeli, bir şampuan güzeli  yani teselli verilen yarışmacı adayları olabiliyorsa acaba benim katılımımı,  “en sempatik blog yazarı”  ya da ne bileyim “en komik blog yazarı” gibi bir kadro ile tekrar değerlendirir misiniz?

Niye diyorum! Sonuçları beklerken ileri geri  çok konuştum, ‘Yarışmaya hak kazandım, kazandım olmadı, boğazı yüzen domuzlar gibi atlayıp yüzerim, neyim eksik’ dedim.


https://www.vidivodo.com/10-domuz-bogazi-yuzerek-gecti-showhaber


Söyledim bi kere!

Hadi bi büyüklük yapın, beni kurda kuşa yem etmeyin!

11 Nisan 2017 Salı

Artık ben sizin için daha ne yapayım?



Müjdemi isterim artık kimseler bekar kalmayacak ve mahallemizin sinir bozan çöpçatan teyzeleri ve çoğu kurmaca olan evlilik programları tarihe karışacak…



Formül çok basit;

Öncelikle kendinize, kendinizi sevip sevmediğinizi sorun?  Sonra da “ben olsam benimle evlenir miydim?”diye. Cevabınız evet ise ( hatta biraz gösterişli olsun diyorsanız “ tüm kalbimle evet” falan da diyebilirsiniz) hiç bir eksiğiniz yok demektir.




Ve geriye sadece keyifli düğün detaylarınıza karar vermek kalıyor.

Gelinlik,saç modeli, parti mekanı, tarih, davetli listesi, davetiyelerin tipi, çiçekler, balayınız… Ve tüm bunlar sadece ve sadece sizin keyfinizle ve kontrolünüzle karar vereceğiniz şeyler.



Konuyu araştırırken o kadar havaya girdim, fikri o kadar harika buldum ki, kocamın incinmeyeceğini bilsem  kendimle evleneceğim…

Neden mi harika?

Bir kere resmi müracaat sağlık raporu belediye vs. gibi şeylere para ve zaman harcamak zorunda değilsiniz.
Soy isminizi değiştirmek zorunda kalmıyorsunuz.
Düğün ile ilgili aklınızdan ne geçiyorsa yapabilir karşı tarafın herhangi bir kaprisini çekmek zorunda olmazsınız.
Onca yıldır onun düğünü, bunun çocuğu, derken götürdüğünüz altınları bir nebze de olsa geri toplayabilirsiniz.
Kendi düğününüzde, davetlilerden bekar ve hoşunuza giden birine asılabilir ya da size asılmasına izin verirsiniz.
Düğünden sonraki tüm ilişkilerinizi de bir kaçamak tadında daha heyecanlı ve arzulu bir şekilde yaşayabilirsiniz.

Düşünsenize; evde yemek yok diye dırdırlanan yok. “Sen kilo aldın, göt göbek bağladın” diye moral bozan yok. Yaşayabileceğiniz yasak!! ilişkinizde de eşiniz tarafından sobelenme riskiniz yok.


Diyelim ki evlilik yürümedi!

Kendinizle resmi yollarla boşanmak zorunda değilsiniz. Avukat masrafı, mahkeme kapılarında sürünme derdi yok.

Evi terk etmek, baştan bir düzen kurmak ya da eşinizi sepetledikten sonra evdeki düzeni yeniden oluşturmak ile ilgili yıpratıcı işler yok.

Çocuklar ve banka hesapları arasında bir paylaşım yapmak ve işin sonunda kazıklandığınızı düşünmenize yol açacak bir durum yok.

Yani bu sologaminin faydaları saymakla bitmiyor anlayacağınız.


Bunların benim uydurmam olmadığını göstermek için biraz araştırma, biraz kanıt;

İlk defa Amerika'da 1993 yılında Linda Barker kendine kendine evlenmiş ve  bu tip evlilikler literatüre sologami (sologamy) olarak girmiş. Sologami daha çok kadınlar tarafından benimsenmiş olsa da, erkeklerler arasında da benimseyenler bulunuyor.



Yaşam koçu Sasha Cagen , yazar Sara Sharpe ve Sofie Tanner konunun entelektüel ilk destekçilerinden sayılabilir.
Son yıllarda  İngiltere’de başta olmak üzere Avusturalya, Kanada, Hollanda Tayvan ve Amerika daha fazla kişinin kendi kendine evlendiği raporlanıyor. 

Bir de Japon seyahat firması Cerca 2500 pound karşılığında tüm organizasyonuz ile ilgileniyor .

Size hala bir deli uydurması gibi geliyorsa, bilgelerin bilgesi Wikipedia’dan destek bilgi;


Artık ben sizin için daha ne yapayım?

10 Mart 2017 Cuma

Bir Belgrad Hikayesi



Kime niyet kime kısmet

Eşim planladığımız tatile son dakikada gelemeyeceğini söylüyor. Kendisine sinirlenmeye vakit bulamadan Cankuş’um Eda’m “gelirim ben” diyor.  Ne güzel diyor, ne iyi ediyor. Sayesinde kültür turu! Belgrad seyahatimiz bakın neye dönüyor…



Yolculuk öncesindeki akşam telefon sohbetimizde Eda’nın online check-in yapmayı bilmediğini öğreniyorum.
Arkadaş! Sen tüm sosyal medyayı dibine kadar kullan  ama online check-in bilme!

Ertesi gün Sabiha Gökçen Havalimanı

Banko çocuk: Merhaba hoşgeldiniz? Ekrandakinden daha güzelsiniz!

Saf, saf “sağda solda kamera mı var, yüzümü ekranda mı görüyor acaba” diye bakınıyorum.

Banko çocuk: Durun! söylemeyin hangi dizi olduğunu, ben söyleyeceğim.

Ben: Ne tatlısın, ama sen zor söylersin! Herhangi bir dizide oynamıyorum ki… (artık ne kadar farklı dizi takip ediyorsa, beyni bulanmış garibin)

Eda: Bak  işte gördün mü? Ne var zaten online check- in yapacak! Bilgisayarın sana iltifat mı ediyor?
Haklı J

Belgrad-Oteldeki Resepsiyonist

-Seçtiğiniz odadaki yatak çift kişilik biliyorsunuz değil mi? (soru mu soruyor, durum mu belirtiyor,  yoksa o çeşit! bir çift miyiz diye merak mı ediyor…)
-“Evet biliyoruz. Var mı acaba iki ayrı tek kişilik yatak? “
-“Yani var tabi de… Ne gerek var, sizin ki daha güzel! Burası Avrupa rahat olun…”

Hadi bakmıyorum öpüşün! diyecek neredeyse! Gerzek…

Ben “kem küm” açıklamaya çalışıyorum.

“Boşver” diyor Eda bırak ne sanıyorsa sansın!

 Eee! sansın madem.



Odadaki Şeffaflık

Odaya giriyoruz . Ben balkona Eda  banyo-tuvalete yöneliyor (hijyen takıntısı mı var acaba?) Sürgülü  cam kapıyı kapatıyor ve banyonun içinden bana bakarken, aklına sığmayan bu şeffaflığın mutlaka bir telafisi olabileceğine olan inancıyla“ beni görebiliyor musun?” diye soruyor.



Ben, gayet berrak ve dik dik bakınca, cevabı duymaya gerek kalmadan “Evet! anlaşılan  Zeki Müren bile her yerimizi görecek”  diyoruz.


Şeffaflık Sorununu Yönetirken Yeni Arkadaş  Edinmek

Tuvaletin şeffaflığı, arkadaşlığımızı zedelenmesin diye kahvaltıya iniş-çıkış saatlerimizi   bir trafik şeklinde yönetiyoruz;birimiz geç, öbürümüz erken...

Kahvesini içmeye bıraktığım Eda’ya Whatsup’tan “iniyorum, çıkacak mısın odaya?” diye yazıyorum 
“Bir arkadaşı gördüm gelirken montumu getirir misin” diye cevap  veriyor. 
Sosyal insan! Burada da arkadaş görmüş ya, helal olsun!

İniyorum yanına; genç, yakışıklı bir çocukla sermişler masaya Belgrad haritasını, gidilecek yerleri konuşuyorlar. Kendimi tanıtıyorum o da “ben de Ahmet” diyor.
5 gündür Belgrad’taymış, o gün dönüyormuş. Tek başına gelmiş, kafa dinlemek istemiş. Gidilecek yerlerle ilgili tavsiyelerini alıp,  iyi yolculuklar dileyip, kalkıyoruz yanından.
Ayrılırken “nereden arkadaştınız” diye soruyorum. Burada tanıştık diyorlar.

Eda ile salıyoruz  kendimizi caddeye …

“Dizi oyuncusuymuş” diyor Eda.

Maşallah bizimki muhtar gibi, herşeyi sormuş :)

“Kertenkele dizisinde esas oğlanmış (sağdan 3.)… Beşiktaş’ta oturyormuş. Dizi bitince kafa dinlemeye gelmiş.”


“Biz hiç dizi seyretmiyoruz, seni o yüzden tanımadık, Çido'yla da o yüzden iyi anlaşıyoruz” demiş,   ezmiş çocuğu…

Hayat böyle işte! Oyuncu olur tanınmazsın, ya da üzerinde yıldız ışığı olur, oyuncu sanılırsın... 
Siz anladınız, O kim J


Bazen de eşeğini kaybedip, olmadık yerde  bulup sevinen fukaralar gibi olur insan

Bizim İstanbul’un Asmalımescit’ine benzettikleri Skadarlija’dayız.
Yazın belki daha neşeli olur, şu haliyle soğuk ve biraz sıkıcı.
Eda’m yorulmuş otele dönmek istiyor.
Ben de bir yere oturup ısınıp kahve içmek istiyorum. (Seyahat boyunca tek fikir ayrılığımız) Sonra hala istiyorsa döneceğiz otele.
Sokaktaki banka oturuyoruz. Saat akşam 18.30 suları…
Kahveye ikna oluyor “ama nerede diyor”. “Kapısı bol ışıklı karşı çaprazdaki yer” diyorum, kabul diyor.
İçeri giriyoruz. O kadar sakin bir sokakta, bu kalabalık bir yer görünce şaşırıyoruz. Kapıya yakın 2 kişilik bir masaya oturuyoruz, başka da yer yok zaten!
Menüyü elimize aldığımızda, Eda, geldiğimiz ilk gün rezervasyon yaptırmaya çalıştığımız, ancak 6 gün boyunca dolu olduklarını söyledikleri Tri Sesira Restorant'ta oturduğumuzu fark ediyor. O an ki sevinç ve şaşkınlığımız anlatılamaz…
Yer bulmakla kalmıyor, ilerleyen saatlerde, Bulgar çingenelerin bizim için çaldığı “Çadırımın üstüne şıp dedi damladı…” eşliğinde göbek dahi atıyoruz.



Son akşamımız da biraz da kop kop!

Nereye gideceğimizi bilmez, saf saf sokaklarında gezinirken kendimizi şehrin popüler bir gece kulübünde buluyoruz. Bizdeki gibi, herkesin kasıntı bir şekilde birbirini kestiği, garsonun parayı almadan içki vermediği, mekanlar gibi değil. Herkes eğlencesinde, dansında, kimse kimseyi rahatsız etmiyor...



Ben yan masadan gönderilen içkiyi, turist promosyon tarifesinden zannedip içerken, Eda  fark edip söylüyor (sanırım benden daha az içti, kafası hala çalışıyor).
Biz de, arkadaşlar ne içiyorsa aynından onlara yolluyoruz J Türk geleneği; biz de dolu gelen, boş gönderilmez!
Sanırım kültür şoku yaşıyor, kimse ona iadei ikramda bulunmamış. Ne yanımıza merhabaya uğruyor ne de yeni bir ikramda bulunuyor. İçkisini içip sessizce ayrılıyor J

Hesabı ödeyip ayrılırken, bir grup genç geliyor yanımıza “merhaba tanışabilir miyiz” diyorlar. Eda koluma giriyor, diğer eliyle yüzüğümü işaret edip “biz evliyiz” diyor.
Hani ilk gün resepsiyonist bize harika bir fikir verdi ya “rahat olun diye”.
Rahatız artık! epey rahatız sayesinde J

Uçağı biz kullanmıyoruz ya!

Ertesi gün sabah kafalar kazan. Nasıl bir şey unutmadan o valizleri topladık hatırlamıyorum. 
Uçağa binip dönüyoruz İstanbul'a.

Son dakika gelmediği için yaptığı vicdandan mı, yoksa, ben gider gitmez tavşan kızlarla verdiği partiden mi, veya samimiyetle özlediğinden mi nedir, eşim beni alandan almaya geliyor.

Kucaklaşıyoruz.

“Uçakta içki mi içtiniz” diye soruyor. “Ne olacak içsek” diyorum, "biz kullanmadık ya uçağı, yolcu, yolcu oturup geldik.

Asıl dün akşam pilottuk."




11 Şubat 2017 Cumartesi

Olsun madem Oscar’ları da ben alırım!


Bu sabah kahvaltıda 12 yaşındaki Emre’ye “Sevgililer Günü’nde sevgiline ne hediye alacaksın” diye sordum.

“Sevgilim yok” dedi.

“Oh!” dedim, “hayat sana güzel.”

“Peki olsaydı ne alırdın” diye sorumu yeniledim.

“Değişir” dedi.

“Neye göre” diye sordum.

“Ne kadar güzel olduğuna göre” dedi.

“Peki diyelim  ki çok güzel” dedim.

“Mesela Adriana Lima gibi güzelse şekil bir kolye alırdım. Şöyle; kalpli, pırlantalı, içine ikimizin resmini koyabileceği bir şey!” diye cevapladı.


Peki dedim “ortalama güzellikteyse eğer mesela Merly Streep gibi?”



“Tanımıyorum onu” dedi (neden tanısın ki yeterince güzel değil çünkü J). “Ama  ortalama güzellikteyse o zaman bir peluş ayı alırdım ya da en fazla parfüm…”



O anda hayatım film şeridi gibi geçti gözlerimin önünden…

14 Şubat’ta hiç bir zaman hediye bir kolye almamıştım ama aldığım parfüm ve ayıcıkların sayısını hatırlamıyorum J J J

Acıklı da olsa aydınlatıcı bir sohbetti benim için J  Çocuklar her zaman doğruyu söylüyorlar işte!

Neymişim; Adriana Lima değil Merly Streep’mişim . Olsun madem Oscar’ları da ben alırım J