Doktoru, hastaneyi, ilaçları
sevmem. İlaç yutabilmeyi öğrenmem lise yıllarıma denk gelir. Her ilacın şurup
versiyonu da yok tabi bu süreçte hasta olduğum zamanlarda anneme ve babama
yutamadığım haplardan dolayı dünyayı dar etmişliğim az değil.
Hastanede yatan; eş, dost,
akraba ziyaretlerim sırasında bayılıp ortalığı karıştırmışlığım da mevcut. Hem
de birkaç kez.
Daha 4 -5 yaşlarımda, geçirdiğim
bir hastalık için popodan olmam gereken 6-7 iğneden, 2. si sonrasında kurtardırğımı
hatırlıyorum. Eve gelen hemşire kadının anneme “çocuğunuz kendini o kadar
kasıyor ki, iğne kırılıp poposunda kalacak” dediğini dün gibi hatırlarım. Bunun
üzerine iğnelerin devamı yapılmadı. Bu başarımı sessizce kendi kendime kutlamış,
yıllar yılı da ekmeğini yemiştim. Yani iğne gerektiren tedavilere hep
alternatif yaratmayı dolaylı olsa da başarmıştım. Daha o küçücük yaşımdan beri
sıkı, taş gibi kalçalara sahip olmanın
avantajını iyi bilirim J
Buz gibi stetoskopları sırtıma
yapıştırıp “derin nefes al-ver, al-ver
çocuğum” diyen doktorlara, hani ani bir hamle yapıldığında “hay ananı...”
diye küfür eden tikli adamlar gibi dümdüz gitmek isterdim. Erkek adam
arkadan saldırır mı? Bu yetmezmiş gibi “şimdi öksür yavrum “ diyerek zaten
öksürmekten dışıma çıkmış içimi, zorlamaya devam ederlerdi.
Onca yıl okumuşsun öksürtmeden anla bunun çaresini! Nedir yani,
hastalıktan hastalığa öksürüğün tınısı mı değişiyor? Bundan mı ayırt ediliyor
hastalıklar? Doktor dediğimiz bu mudur?
İlkokul yıllarımda, çürüyen
bir dişimi çekerken kökünün kırılıp içeride kalmasına sebep olan bir diş
doktoru yüzünden uzun süre dişçiye gitmemiş ve o çürük kökü yıllarca ağzımda
gezdirmiştim. Bugün görüyorum ki dünyanın sonu değilmiş! Az diş hekimli hayatım
ve inci gibi dişlerimle yaşayıp gidiyorum işte.
Üniversitede okurken 2 yıl
boyunca aynı evi paylaştığım doktor
kuzenime, ne vakit bir rahatsızlığımı ya da sıkıntımı söylesem “Psikolojiktir
yaaa! Takmaaa geçeer” diye beni savuşturdu. Şimdi ara sıra babamı götürüyorum ona,
amcası ya, ona böyle yapamıyor! Çifte
standartlı, samimiyetsiz, pis şey! Böyle tiplere güvenip canımızı emanet
ediyoruz J
Renkli insanlar aslında,
hepsinin doktorluk dışında hobileri var. Otomobil yarışlarına katılan, aktörlük
yapan, gitar veya herhangi bir müzik aleti çalan, şarkı söyleyen hatta bu işi
doktorluktan daha iyi yaptığına karar verip sadece bu alana yönelen doktorlar
biliyorum ( siz de biliyorsunuz). Sosyal hayatta bir giderleri var yani... Bana
öyle geliyor ki yaptıkları iş onlara sıkıcı geliyor.
İşte bu kadar doktor seven
ben, son 2 ay içinde çeşitli sebeplerden 4 kez doktora gitmek durumunda kaldım.
Sırasıyla; diş hekimi, cilt doktoru, jinekolog ve göz doktoru. Bünyeme bu kısa
zaman dilimde bu doktor sayısı fazla geldi... Fazlasını da yazarak dışarı
atıyorum.
Sırayla gittiğim doktorları
kısaca anlatacağım.
Diş hekimine, diş taşlarımı
ve lekeleri temizletmek için gittim. “Ooo dişleriniz pırıl, pırıl; tartar yok
gibi leke de çok az, biz neler görüyoruz” deyip neredeyse aynı taşlar ve
lekelerle 120 liramı alıp beni geri yolladı. Bu da sanırım uzmanından iltifat
etme ücretiydi.
Cilt doktoruna dizimin biraz
üzerinde beliren toplu iğne başı büyüklüğünde sertliğin ne olduğunu anlamak
için gittim. Randevu almaya çalıştığım
hastanedeki tek cilt doktoru, profesör bir kadınmış. Peki madem deyip randevumu
aldım. Dizimin üzerindeki sertlik görüntü itibariyle siğil değil, et beni
değil, yağ bezesi değil! Ama ne? Doktor
da anlamadı. Fakat korkacak bir şey yokmuş. Geçmiş olsun diyerek beni uğurladı.
Bunu para istemeyen annem de söylemişti oysa ki!
Jinekolog randevusu, rutin
kontroller içindi yani sataşacak bir şey bulamıyorum.
Bir sabah gözlerim kanlanmış
ve şişmiş bir şekilde uyandım. 2-3 gün Tobrased kullandım ama geçmiyor, doktora
gittim. Doktorun odasına girdiğimde kızıyla telefondaki kavgasının sonlarındaydı.
Kavgada son vuruşunu yaptı ve telefonu kapatıp bana hoşgeldiniz diyerek yer
gösterdi. Sonra “aaaa gözleriniz kanlanmış” dedi. Yapma yaa! Sanki evine çaya
gittiğim Ayşe Teyze bana yavrum gözlerin kızarmış diyor. Bunun için geldik ya
işte! Toparlandı, şikayetiniz bu herhalde deyip muayene edeceği koltuğu
gösterdi. O sırada gribal bir hastalık geçirip geçirmediğimi sordu “hayır”
dedim. Genel bir salgın olduğunu ve gözümdeki hastalığın mikrobik olabileceğini
söyleyip 2 farklı marka damla yazdı, “evde de havlularınızı ayırın” deyip beni
uğurladı. Evdeki havluları ayırmak aklıma gelmediği için doktorun yanından
vicdan azabıyla ayrıldım. İlaçlar 1-2 gün içinde etkisini gösterdi ve düzeldim.
Aynı havluları kullandığımız ev halkı bir kaç gün takibimde kaldı ancak ya
domuz gibi sağlamdılar ya da gözümdeki hastalık mikrobik değildi. Onlara hiç
bir şey olmadı.
Bunlar yetmiyormuş gibi
geçen hafta bir de besin zehirlenmesi geçirdim.
Doktora gitmeyeceğim diye inat edip evde ‘kendi imkanlarımla’ kusup
iyileşmeye çalıştım. O gün bitki gibi dolaşıp sadece çorba ile beslendim. Takip
eden gün ise su böreğinden başlayıp gün sonunu bir kebapçıda, fındık lahmacunlu dönerli bir akşam yemeğinde
noktaladım. Yani bir gün rötarla vücudun kaybettiği enerjiyi tekrar
kazandıracak ana besin maddelerime geri döndüm. Doktora gitsem, serumla
başlayan menü, haşlanmış patatesler, pirinç lapalarıyla kim bilir kaç gün
sürecekti.
Görüldüğü gibi doktorlara
saracak kadar canım da keyfim de yerinde şimdi. İnsan biraz kendinin doktoru olmalı
değil mi? Kimisine serum iyi gelir, kimisine fındık lahmacun...