24 Nisan 2012 Salı

Geleceğimiz ‘İndigo’ çocuklara emanet denmişti!


İndigo çocukların diğerlerinden daha akıllı,  otoriteye karşı çıkan ve altıncı hislerinin çok kuvvetli olduğu, bu çocukların farkedilebildikleri takdirde de geleceğin en etkili bireyleri olacakları söylenmişti... Tam da İndigo çocukların geleceği eline alma vakti yaklaşırken bu defa ‘Kristal’ çocuklardan bahsedilmeye başlandı.

Veeee bir nevi kristal çocuğun fendi indigo çocuğu yendi!

Kristal çocuklar, indigolardan sonra gelen jenerasyonmuş ve yeni çağın öncüsü olacaklarmış...
Akıllı, sevecen, dengeli, neşeli, şefkatli, iletişime açık, müziğe ve sanata düşkün, algıları gelişmiş, telepatik çocuklarmış. Bu çocuklar, ilk yedi çakrası açık olarak dünyaya geliyorlarmış!!!
Upps! Dur bakalım orada! Buraya kadar dikkatimi kaybetmeden okuyor ve öğrenmeye çalışıyordum ki mevzuu çakralara bağlandığında konudan koptum ve kuşak farkı oracıkta arayı bir daha kapanmayacak şekilde açtı.

Bioenerji ile ilgilenenlere saygım sonsuz ancak ben pozitif bilim insanıyım. Konuyu çakraya bağlayan kristal çocuk tanımcıları, beni değişen jenerasyonun çocuklar olmayıp o çocukların ebeveynleri olduğunu düşünmeye itti. İndigolaşan ya da kristalleşen çocuklar mıydı gerçekten? Yoksa  çocuk psikoloji ile ilgili kattettiğimiz mesafe ve ebeveynlerin bu konudaki entellektüel birikimlerinin artması mıydı algıları değiştiren?  Bu kısmı uzatmayacağım ama söylemeye çalıştığım, konunun “yumurta ve tavuk” olayına dönüşmüş olabileceği!

Her nesil, kendisinden önceki nesle göre daha üstündür, buna yürekten inanıyorum. Ancak 80’lerde büyümüş bir çocuk olarak sormak istiyorum; bu indigolar ve kristaller Playstation yerine Commodore 64 veya Atari oynasalardı, Cem Yılmaz yerine ‘Olacak O Kadar’ seyretselerdi, televizyonu açtıklarında seyredilecek tek program ‘Uzaylı Zekiye’ olsaydı ve uzaylı muzaylı demeden Zekiye'yi seyrederken yayında meydana gelen bir aksaklıkta dijital tarihin ilk screen saverı ‘necefli maşrapa’ yı prime time da seyretmek zorunda kalsalardı yine de indigo veya kristal  olurlar mıydı?

4,5 yaşında bir yeğenim var; gemi kaptanı olup dünyayı gezecekmiş. İlgisi laftan ibaret de değil; balıkçı teknelerinin adını ezberliyor, kaptanlarıyla konuşuyor, teknelerine çıkıp onlarla sohbet ediyor, hangi tekne bakıma girecek, hangisi nereye satılmış öğreniyor... 

Geçenlerde tuhaf bir  şekilde denizden korktuğunu itiraf etti, ve kaptan olmaktan vazgeçtiğini söyledi. Bu defa gitar çalıp dünyayı dolaşmaya karar vermiş. Azimli de! Evde eski bir mandolin bulmuş sürekli çalıyor. Dinleyenler, daha doğrusu maruz kalanlar, işitme engelli olmadığına üzülüyor. O derece! Ama olsun, azim çok takdir ettiğim birşeydir hayatta.

O yaşlardaki halimi, hayallerimi hatırlamaya çalıştım; pek bir şey gelmedi aklıma. Bir tek  “Büyünce ne olacaksın?” sorusu J  Cevabı; ya doktor, ya da öğretmendi. Sokağa çıkıp oynamak yetiyordu. İzin almadan arka mahalleye gitmek ise korkarak bile olsa en büyük maceraydı.  Gerçi siz bana bakmayın! Ben rüyalarımda bile mahallenin dışına çıkamaz bakkalı, gazeteciyi, kasabı falan görürdüm J

Kesin bir şey var ki; yeni neslin özgüveni, cesareti ve hayalgüçleri bizden ileride... Adına indigo veya kristal deyip yeni bir tanımın içine almaya gerek  duymadan ben gözüm kapalı geleceğimi emanet edebilirim.

13 Nisan 2012 Cuma

Gerçekten hazır mısın?

Üniversite 1. sınıfın sömestr tatilinde Ankara’ya döndüm. Çete tekrar bir araya geldi. Aynı apartmanda oturduğumuz çocukluk arkadaşlarım; Özlem ve Ebru ile günlerimizin tamamını birlikte geçiriyoruz.

Bir önceki yaz üniversite sınav sonuçları açıklanıp İstanbul’da okuyacağım belli olunca topyekün hüzünlenmiştik. Bu hüznü dağıtmak için  Zafer Peker’in dilimizi sonradan öğrenmiş gibi kırık bir Türkçe ile yorumladığı ve o yaz moda olan “Gidiyorsun bilmediğim uzaklara...” şarkısı bana ithaf edilmişti.

Çeşitli haylazlıklar, tüm ayrı geçen 3-4 ay boyunca baştan geçen hikayeler anlatıldı. Sınıfta, diğer bölümde, kantinde, serviste tanışılan yeni arkadaşlar özellikle hoşlanılan çocuklar...
Hikayelerin bu kısmında  benden istedikleri verimi alamadılar.
Hiç dişe dokunur bir hikayem yokmuş!
Öyle şey olur muymuş?
İstanbul’un nüfusu Ankara’dan çokmuş, bu ihtimalleri arttırırmış. Öylemiş böyleymiş...
En sonunda İstanbul’a üniversite kaydını yaptırmaya giderken otobüste tanıştığım, squash dersi veren çocuğu aramam üzerine yoğun baskılar başladı.
Nasılsa sömester süresince Ankara’daymışım... Çocuk da Ankara’da yaşıyormuş, neden görüşmeyelimmiş...
Kurtulamadım ellerinden! Aramak istemiyorum. “Ne konuşacağım ben onunla” diye ayak diredim olmadı. Sonunda, ufak bir konuşma metni hazırlanmış elime tutuşturulmuş halde buldum kendimi. Kızlar da role-play’in diğer tarafında  telefonda konuşan oymuş gibi yapıp beni hazırladılar!!!

“ Tamam, oldum ben artık” deyince telefonu çevirdim. Çaldı, çaldı, çaldı... ve sonunda devreye telesekreter girdi.Telefonu kapattım. Daha mutlu olmazdım. Hem kızları kırmamış hem de bu istemediğim konuşmayı yapmamıştım
Kızların  suratı düştü.
-Telefonu çocuğun yüzüne mi kapattın sen?
-Hehehe yok, öyle bir şey yapmadım telesekreterdi sadece.
-Neyse canım kısmet değilmiş.

Ama yooo! Öyle kolay vazgeçecek gibi değiller.

Bu defa telesekreter için mesaj alternatifleri düşünüldü, kurgulandı, notlar alındı ve en sonunda birkaç deneme sonrası karar verilen mesaj metni elime tutuşturuldu. Bu karar verme sürecinde hem gerildim, hem yoruldum. Ben vazgeçtim  hadi boşverelim desem ikna  diyalogları devreye girecek ve  daha çok yorulacağım en iyisi teslim olmak . Hem kızları da özlemişim huysuzluk yapmak eğlenceyi bozmak istemiyorum. Eğlenilen ben bile olsam !

Üçe kadar say, derin nefes al, hızlıca metni gözlerinle oku, hooop numaraları tuşla işte geliyorum telesekreter!
Dünyanın en uzun düşünülmüş telefon mesajıyla sana geliyorum. Bu kadar emek verdikten sonra kısa metraj bir filme metin bile yazılabilirdi. Olsun, çok güzel oldu, çocuk evde olup telefona bakamadığına yıllarca pişman olup bugünü kişisel tarihine kara gün olacak geçirecek!!!

Gün tarihe gerçekten geçti, ama nasıl?

Elimde mesaj metni, karşı tarafta; “Alo, aloo kimsiniz?”  diyen bir ses...
Sen o kadar konuşma metni çalış, telesekreter çıksın telesekreter mesajı çalış çocuğun kendisi çıksın! Bu kadar hazırlanıp bu kadar hazırlıksız yakalanmak herkese kolay kısmet olmaz!
Güç bela toparladım.

-Selam Kaptan, ben Çiğdem... hani İstanbul’a giderken yolculukta tanışmıştık...
Ben sömester için Ankara’dayım. Immm düşündüm ki aramak iyi bir fikir olabilir, bir kahve içebilir ya da bir şeyler yiyebiliriz...(Konuşamıyorum ama çok güzel kahve içebilirim)

-          Aa selam Çiğdem! (Bereket versin karşı taraftan ses  geldi. Yoksa ben bu gerginlik ve soluksuz monologlarımla, freni patlamış önerilerime; buluşma, kahve, yemek derken bir hafta sonu tatili, bir yurtdışı tatili sonra bir nikah,  iki çocuk diye devam edebilirdim...)
-          Hııım hoşgeldin. Ne kadar buradasın?
-          Sömestr bitmeden birkaç gün önce döneceğim. (Yer yarılıp içine girme ihtimalim olsa daha erken de ayrılabilirim)
-          Peki güzel ararım seni
-          Ok madem görüşürüz. (Bence beni daha akıllı ve cool hatırlıyorsun ve hayal kırıklığına uğradın)
-          Hoşçakal
-          Bye (Mümkünse görüşmeyelim, hatta karşılaşmayalım)
-          Bye
-         
O zaman, bir türlü bitmeyen bir konuşma gibi gelmişti bana. Şimdi düşününce, pizza sipariş ederken bile daha fazla konuşuyor insan.
Çetenin istediği gibi olmasa da bir anlamda dileği yerine geldi ve  dişe dokunur bir hikayem oldu.

Sonunda ne mi oldu? İç sesimin arzusu gibi kimse birbirini bir daha aramadı! Görüşmedik, karşlaşmadık.

Tamin ediyorum 2 çocuklu, kel ve göbeklidir şimdilerde J

2 Nisan 2012 Pazartesi

Avrupa’nın nüfus sorunu/çözümü

Yıllardır Avrupa’daki nüfus giderek yaşlanıyor, genç insanlara, daha yüksek doğum oranına ihtiyacımız var diyen söylemler var!

Diğer taraftada 100 yaşındaki adam hastanede öldü diye hastaneyi dava etmeye çalışan hasta yakınları var!

Hastanın ölüm sebebinin ihmalden kaynaklandığını ispat edip, yattığı sürece oluşan masrafları ödememek için elinden geleni yapan sigorta şirketleri var!

90 yaşına gelmiş  doğumgününü  restaurantta kutlayanlar var!

Pes artık! Tamam insan  hayatı çok kıymetli. Kıymetli olsun tabi, bir itirazım yok ama bırakmıyorsunuz ki vadesi gelen ölsün, yaş ortalaması düşsün  nüfus gençleşsin!