29 Ocak 2012 Pazar

FEMEN’in hastasıyım

Yaptıkları her protesto ile ses getiren bir feminist aktivist grup FEMEN. Hastasıyım...

Kah, geçen yıl seçimlerinin güçlü adayı Viktor Yanukoviç'i seks turizmini teşvik edici sözlerinden ötürü, oy kullanacağı alanda, kah “balkonda çıplak dolaşmayın” uyarısını yapan yapan belediyeyi Kiev’de bir binanın balkonunda çıplak/yarı çıplak gösteriler yaparak kınıyorlar.

Daha önceki zamanlarda da sebebini anımsayamadığım; “Ukrayna seks değil, futbol cennetidir” ve “Ukrayna Avrupa’nın genelevi değildir”...protestolarını okuduğumu hatırlıyorum. Muhakkak arada kaçırdıklarım vardır.
Son olarak Ukraynalı kadınlara potansiyel fahişe muamelesi yaptığı gerekçesiyle Hindistan'ı protesto etmek için soyunmuşlar. Bu defa Hindistan'ın Kiev Büyükelçiliği'nin balkonuna çıkılmış. Hindistan'ın 15-40 yaş arasındaki Ukraynalı kadınlara ağır vize şartları getirmesini protesto etmek istemişler. Balkondan memnun kalınmış belli J
Pankartlarda, “İmdat”,  “Tecavüz”,  “Ukrayna genelev değil”, “Ukraynalı kadınlar fahişe değil” gibi iddialı sloganlar blunuyor.
Protesto gösterileri Youtube’da tıklanma rekoru kırıyor. Gel gör ki; izleyenler, memelere baktıkça protesto edilen konuya daha çok motive oluyor!
Ben mi tutucuyum? Bunlar mı saf? Biri çivi çiviyi söker demiş bunlar da inanmış mı?
Tabi çıplaklığın işe yarayacağı durumlar olabilir! Mesela balina avcısı Japonların peşine düşen Avusturalyalı aktivistlere katılsalar, Japon balıkçıların  dikkatini dağıtıp balinaları kurtarabilirler J
Onu bunu bilmem ama FEMEN bu özverili çalışmalarını sürdürürse protestoları yerine ulaşmasa da Ukrayna turizm ile daha uzun yıllar kalkınır.

21 Ocak 2012 Cumartesi

Katilim aynı zamanda



Bahçede fare var. Fare dediysem de iri kıyım bir tanesi. Sıçan demek daha doğru. Bu ismi de çok rencide edici bulurum. Hayvan sevimsiz ve istenmeyen bir tür olabilir ama küçüklerini de alıp koynumuzda mı yatırıyoruz sanki! Hayır, ama boşaltım sistemi üzerinde de isim vermiyoruz.

Aylardan Nisan-Mayıs... Bahçede yaşamaya başlayacağım günler  çok yakında ama fare eve girecek diye ödüm kopuyor. En kısa zamanda kurtulmam lazım. Karşı komşumun rahmetli av köpeği Jessi hayatta olsa endişem olmaz. En fazla beş-on dakika içinde fareyi yakalar öldürür (ya da hareket edemeyecek kıvama getirir) tebrikleri kabul etmek için de salonun ortasına bırakıp çevresindeki dairesel turlarına başlardı. Ama kahramanım ne yazık ki artık yok.

Farenin sol arka ayağı aksıyor. Biraz cesaretli olsam, bahçe süpürgesini kolaylıkla kafasına indirebilirim. Çünkü bacağından dolayı çok hızlı hareket edemiyor ama gel gör ki bende o yürek yok!

Nalbura gidiyorum fare kapanı soruyorum. Nalbur uzun yıllardır bu soruyu duymamış gibi bakıyor. Bense “şu koca İstanbul’un keşmekeşinde kendine ait cennet gibi bir bahçesi olan evde oturuyorum iki tane de faresi oluversin ne olacak?” tadında bakıp karşılık veriyor altta kalmıyorum.

Nalbur
“Hanım kızım bu kapanlar biraz sert, Allah korusun elinizden kaçar bir kaza çıkar eczaneden zehir alsanız” diyor.
“Olmaz. Fare bahçede, zehiri bahçeye atarsam kedi, güvencin kumru yer ölür, kahrolurum” diyorum.
“Peki” deyip en az iki kez bana kapanı nasıl kuracağımı dikkatlice gösteriyor. Alıp çıkıyorum. Farenin akşam yemeğinde fındık var! Hemen tek fındıkla kuruyorum kapanı. Sabah ilk işim uyanıp kapana bakmak. Fındık yok! ama yakalanmış fare de yok! Kapan atmamış. Sinirleniyorum. Bozuk kapanı almışım! “Beş kez göstereceğine doğru çalışan kapan versene adam” diye söyleniyorum! Yine de tebdiri elden bırakmadan bir dal parçası ile kapana hafif dokunuyorum “çaaat” diye büyük  bir sesle kapanıp olduğu yerden sıçrıyor ve  minik dalım 2 parça. Kapan bozuk değil, iki boy büyüğü olsa Serengeti’de aslan yakalanır.

Fındığın kolay çıktığına kanaat getirip bu defa şansımı cevizle deneyeyim diyorum. Cevize güvenim sonsuz...
Ertesi sabah ne ceviz var, ne fare! Kapan yine atmamış ama cevizden eser yok! 3. gün eski kaşarla deniyorum, dokusu yoğun saplandığı yerden kolay çıkmayacak... . Sabah, ne  kaşar var ne de  fare!
Kapanla bu işin olmayacağına inanıp bu defa nalburdan fare yapışkanı ve 20-25 cm lik iki cam parçası alıyorum. Camların üzerlerine bolca yapışkandan sıvadıktan sonra üzerine peynir, fındık, ceviz donatıyorum ve sabahı iple çekiyorum. Bir yandan da cama yapışmış ve hala hayatta olan fareyi nasıl atacağımı/tutacağımı kara kara düşünüyorum.

Şimdi tüm ümidim cam yapışkanında! Kapan da neydi canım ne ilkel şeydi öyle...

Ertesi sabah camlar yerinde, yiyecekler temizlenmiş ama fareden eser yok!

Neyi yanlış yapıyorum? Yapıştırıcıyı az sürdüm herhalde diye kendimi ikna ediyorum. Kalan tüm yapıştırıcıyı iki cam parçasına paylaştırıyorum. Üzerine fındık, ceviz peynir ne varsa...

Veee ertesi sabah; ortada ne fare var ne de yiyecekler! 6. güne doğru gidiyoruz. Bu akşamda bir değişiklik yapıp kapansız, yapışkansız bir dilim beyaz peynir bir kadehte rakı ikram etmek istiyorum. Hayvan haketti. Hem bu kadar yetenekliyse ölmesi yazık olur. Ayrıca artık zekasından çekiniyorum. Resmen kaç seferdir alt ediliyorum. Misilleme yapmak istese  Mac Gyver gibi soba borularından, bahçeki çerden çöpten bir roket yapıp evi ve beni yok edebilir!

Cidden hayvana bir güven geldi. Daha önceleri bahçede karanlıkta ilerleyen silüetini görürken şimdi güpegündüz  çıkıp aksayarak dolanıyor. Ben salon camının arkasından, o bahçeden bakışıp duruyoruz. Kendisine ‘Olağan Şüpheliler’deki gizemli karakter Keyser Soze ismini verdim. Resmen dışarı çıkamıyorum. Farenin tutsağı gibi oldum. Bir Stockholm sendromuna doğru ilerliyoruz!

En sonunda teslim oldum. Eczaneden zehiri aldım. Eczacı iç kanama geçirerek öleceğini, bunun 4-5 gün alabileceğini söyledi. Zehri, sürekli girip çıktığını gördüğüm, yağmur suyu tahliye giderinin içine bir miktar bıraktım.
Son beş akşamdır süregelen ikramların devamı gibi gördüğü zehiri güvenle yemiş olmalı. Sonraki bir kaç gün içinde bahçede turlamasına denk gelirim diye hep bakındım ama bir daha kendisini hiç göremedim...

Bugünkü aklım ve vicdanımla düşündüğümde bu kadar tuzağı atlatmış bir canlının eceliyle ölmeyi hakketiğini düşünür, hüzünlenirim.

14 Ocak 2012 Cumartesi

Fırsat Eşitliği


Geçen akşam bir film seyrettim. Konusu ya da adı önemli değil, önemli olan filmin içindeki bir sahne...
Geniş yüksek tavanlı, şıkır şıkır büyük bir salon, hoş giyimli kalabalık bir davetli topluluğu ve nefis melodilerle salona hayat veren canlı müzik...

Üst katı, salona bağlanan geniş merdivenlerde uzun tuvaletiyle hoş bir kadın beliriyor... Ürkek biraz da naif bir tavrı var . Kısa bir süre duraklıyor ve adeta müziği, zamanı herşeyi dondurup salondaki herkesi kendine kitliyor. Bunun nasıl olduğunun ya da buna nasıl sebep olduğunun farkına varamayacak kadar bir tevazü sahibi ve mahçup!!!
Bu sahneyi kolayca gözünüzün önüne getirebilirsiniz. Külkedisi’nin de balo salonuna benzer bir girişi vardır.

Şimdi bu, davete vaktinde gelmiş ve ana girişten normal bir şekilde giriş yapmış, içkisini yudumlarken başlarına gelecek olandan habersiz olanlara, haksızlık değil midir?

Kalabalığın arasında kocayı da sevgiliyi cimcikleyen “Sadiii biz niye oradan girmedik?” deyip hır çıkaracak kimse yok mudur? Ya da “Alacağın olsun  Rıza! Bana bunu layik görmüyor musun?” deyip küsüp içine kaçanlar olmaz mı?  

Bence merak etmeyin! Üst kattan bağlanan merdivenlerle girilebilen pek fazla mekan yok? Ama bilen varsa söylesin lütfen (ölmeden havalı bir giriş yapmak istiyorum). Yani benim bildiğim böyle bir yer yok! Hadi diyelim mekanın üst katı var (ki benim aklıma şimdiden birkaç yer geliyor)  ama hiç birinde giriş üst kattan alt salona doğru ilerlemiyor. Bu durumda ne yapmalı? Erkenden gidip, üst katta saklanıp, (belki bir kenarda kısa metraj bir güzellik uykusu!) sonra herkes salonu doldurduğunda sanki yeni geliyormuş tribi mi? Ama öyle bir etkili girmek lazım ki; kalabalık da “bu üst kattta ne yapıyordu ki” sorusunu   aklına bile getiremesin...

Bir de Monte Cristo Kontu’nun kendi verdiği davete uçan balonun içinde gökyüzünden süzülerek inmesi  vardır ki; bu açık ara daha havalıdır.

Ya da bunların hepsi (benim yazdıklarım dahil) saçmalıktır.
Aksini söyleyen varsa da fırsat eşitliği sağlasın ...

Balonla ben gelirim ona göre!

7 Ocak 2012 Cumartesi

Doğanın saati şaşmaz


Ortaklar Caddesi’nde uzun yıllar oturduğum evimin bahçesinde  bir  gelincik ailesinin yaşadığından epeydir şüphelenmekteydim. Bir süre “kedidir kedi” diyerek kendimi geçiştirdim. Bir süre de sadece geceleri gezen, iri kıyım, Türk tipi yer sincapları olduğuna kendimi inandırmaya çalıştım. Bu zorlama tanımı, Kanada’dan döndükten sonra geliştirdim. Oradayken şehrin içinde, evlerin pencerelerinde, balkonlardaki sincapların, geceleri arka bahçede çöpleri karıştırmaya gelen rakunların yokluğunu hissettiğimde uydurduğumu söyleyebilirim.

Hatta öyle ki kuzey Vancouver’da sokakta ayı bile gördüğünü söyleyenler vardı. Ama bunun eksikliğini hiç hissetmedim! Bizim memlekette otobüse minibüse bile biniyorlar...

Gelelim gelincik ailesine! Kendilerinin gerçekten gelincik olduklarından emin olduğum gün aklımdan şüphe duyduğum güne denk gelir.

Bir Pazar sabahı  orman yerine sahilde yürümeye karar verdim. O gün aklımda yürümekten çok tarihi Kireçburnu Fırını’nın çay kurabiyeleri var. Biraz yürüyüş, temiz hava, hemen kurabiyeleri alış, eve dönüş...

Sahildeki Çin Konsolosluğu’na yaklaşırken  denize giren birisini farkettim. Hatta bir kadın! Üzerinde yüzücü mayosu, başında bone, denize giriyor. 60-65 yaşlarında ... Kasım ayının ortasındayız. Meczup mu acaba? Ben üzerimde polarla yürürken bile hafif üşüyorum. Utanmadan durup kadına baktım. Gülümseyip el salladı ve yüzmeye devam etti. Ben de şuursuz el sallayıp karşılık verdim. Sanki dünyanın en normal şeyi! "Acaba kışın yeni yılı kutlamak için denize giren Çinli’lerden mi?"  "Kadın Çinli’ye benzemiyor, hem ne bizim yeni yılımız ne de onların..."

İçimden söylene düşüne Kireçburnu Fırın’ının önündeki parka kadar gelmişim. Küçük çingene çocukları  halka yapmış bir tane martıya bakıp ekmek atıyorlar. Ne olmuş martıya niye uçmuyor diye yaklaşıyorum...

Martı değil ki bu! Neydi bu kuş! Neydi? Hani kocaman gagalı anavatanı Avusturalya olan... Pelikan bu! Bildiğin pelikan...

Böyle bildiğin pelikan falan diyorum ama uzun yıllar pelikanı mürekkep şişesi üzerindeki resminden bilen, sonrasında belgesellerle hakkında  biraz daha çok şey öğrendiğim, yıllar sonrada  en fazla bir iki kez  hayvanat bahçesinde gerçeğini gördüğüm bir kuş kendileri...

Kurabiyelerimi aldım arabada yiye yiye eve doğru sürüyorum. Bolca kurabiye yiyip sarhoş olmak ve gördüklerimi unutmak istiyorum.

Aynı günün akşamındayız. Bahçeyi sulamak için dışarı çıktım. Çalışkan yan komşum benden önce başlamış bile. Onun daha fazla sulayıp bahçesinin benimkinden güzel olmasına tahammülüm yok! Zaten bahçede benim geçirdiğim süreden daha fazla vakit geçiriyorlar. Her ne kadar ben daha uzun süre ikamet eden biri olarak kümülatif olarak önde bile olsam son dönemde birim zamana düşen vakit geçirme oranında onlar  epey ilerdeler.

Neyse, hem sohbet ediyor hem de bahçeyi suluyoruz. Bir ara Turgay’a “bugün ben neler neler gördüm” diyesim geldi vazgeçtim.  “Bizim komşu meczup galiba evin kelepir fiyatından anlamam lazımdı” gibi bir fikre kapılsın istemiyorum.
Size de olur mu? İnsanın söylemek istediği belli şeyler varken onları bir kenara bırakıp başka  konu bulup konuşmaya devam etmekte zorlanır. Bana olur. Tam o durumdayım ama yapacak bir şey yok.

O sırada aklıma bahçede gördüğüm, kedi olmadığından emin ama sansar mı gelincik mi  olduğundan da emin olmadığım hayvanlarımızdan bahsetmek geldi. Bu defa da gözlerini korkutup evden kaçırtmaya çalıştığım düşünülebilir miydi acaba? Ki ben kiracı olarak 13 yılı aynı evde devirmiş üstüne üstlük karşı daire sakinlerinden üç ev sahibi eskitmiş biriyim. Potansiyel zanlıyım. Ehhh yeter ama! Daha fazla tutamadım ve sordum.
-Turgay
-Gece geç saatlerde benim bahçe duvarımdan başlayıp sizin tarafa doğru ilerleyen bir çift gelincik geçiyor sen hiç denk geldin mi?

-Evet tabi! Her gece 22.45 de geçiyorlar.
-Biri erkek diğeri dişi. Biri tek renk diğerinin göğsünde beyaz bir parça var. Senin bahçe duvarından başlayıp bizim bahçe duvarının sonundan aşağıya inip gözden kayboluyorlar.

Vay anam! Adam belgesel yapımcısı gibi! Ya da onların bahçeden daha net çekiyor!

Duyduklarımla sersemlediğimi farkettirmemeye çalışarak;
-Ne güzel, daha önceki komşularım ya denk gelmemiş ya farketmemişler demek .
-Nihayet gördüklerimde yalnız değilim
 diyebiliyorum.
Ama Turgay! Saat konusunda samimi değilsin demek üzereydim ki; gelincik ailemiz gözümüzün önünden son derece hızlı adımlarla ilerleyip gözden kayboldu.

Saate baktım : 22.50 yi gösteriyordu...

Turgay’ın gözlemleri ve doğanın saati şaşmaz deyip saatimi beş dakika geriye alıp ayarımı yaptım.

Bugün düşünüyorum da sabah gördüklerimi de paylaşsam aynı netlikte açıklamalar gelir miydi ?